Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI



On Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI



13.1. GİRİŞ



13.2. Hz. NUH (A.S.)’UN ÜMMETİ



13.2.1. Büyük Bir Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi Kayıtlar



13.2.2. Nûh Kavminin Kötü Yola Sapması



13.2.3. Hz. Nuh’un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları



13.2.4. Azâb



13.2.5. Tufan Evrensel Nitelikte miydi?



13.2.6. Nuh’un Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur



13.3. ÂD KAVMÎ



13.3.1. Tanımlama



13.3.2. Âd Kavminin Oturduğu Yer



13.3.3. Ad Kavminin Yaşadığı Bölge’nin Bugünkü Durumu



13.3.4. Felaketten Önceki Bolluk ve Refah



13.3.5. Âd Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur’ân-ı Kerim’in İfadeleri



13.3.6. Âd Kavmine Allah’ın Azabının Gelmesinin Sebebi



13.3.7. Allah’ın Azabıyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm’in Açıklamaları



13.4. SEMÛD KAVMÎ



13.4.1. Tanımlama



13.4.2. Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge



13.4.3. Semûd Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar



13.4.4. Maddî Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk



13.4.5. İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi



13.4.6. Hayır İle Şer Arasındaki Mücadele



13.4.7. Mu’cize Gösterilmesi İçin Çekilen Restler



13.4.8. Kesin İşaret



13.4.9. Dişi Devenin Öldürülmesi



13.4.10. Hz. Salih’e Karşı Şirretlilerin Tertibi



13.4.11. Azâbın Ayrıntıları



13.4.12. İman Sahipleri Kurtuldu



13.4.13. Semûd Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet Ve Bunun Kalıntıları



13.5. HZ. İBRAHİM (A.S.)’İN ÜMMETİ



13.5.1. Hz. İbrahim’in Doğduğu Yer



13.5.2. Putlar, Tapınaklar ve Dini Törenler



13.5.3. Nannâr Tanrı’nın Yeri ve Mevkii



13.5.4. Nemrud’un Saltanatının Başlangıcı ve Sonu



13.5.5. Hz. İbrahim’in Öğretilerinin Etkileri



13.5.6.Tam Bir Şirk Medeniyeti



13.5.7. Nemrudî Şirk Nizamının Değerlendirilmesi



13.5.8. Hz. İbrahim’in Tevhid’e Davetinin Siyasi Yönleri



13.3.9. Hz. İbrahim’in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller



13.5.10. Nemrud’un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah’ın Çiçekleri



13.5.11. Talmud’daki Kayıtlar



13.6. LÛT KAVMİ



13.6.1. Lût Kavminin Yaşadığı Bölge



13.6.2. Lût Kavminin Sapıklığı



13.6.3. Talmud’un Açıklamaları



13.6.4. Kur’ân-ı Kerîm’in Az ve Öz İfadeleri



13.6.5. Peygamber’in Davetine Tepki



13.6.6. Meleklerin Gelişi



13.6.7. Hz. Lût’un Endişe ve Telâşı



13.6.8. Azâb’ın Gelişi



13.6.9. Olayın Ayrıntıları



13.6.10. Son Buluşlar



13.7. SABÂ (SEBE’) HALKI



13.7.1. Sabâ (Sebe’) Halkının Yaşadığı Bölge



13.7.2. Tanınmış ve Çalışkan Bir Millet



13.7.3. Sabâ (Sebe’) Kavminin Dini Tarihi



13.7.4. M.Ö. 650’den Önceki Dönem



13.7.5. M.Ö. 650 ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem



13.7.6. M.Ö. 115 ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem



13.7.7. M.S. 300’den İslâmiyet’in Doğuşuna Kadar Olan Dönem



13.7.8. Sabâ (Sebe’) Kavminin Maddi Yükselişi



13.7.9. Ticarette Çöküşün Başlaması



13.7.10. Allah’ın Azabından Önceki İsrafa Dayalı Medeniyet



13.8. MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ



13.8.1. Tarihî Bulgular



13.8.2. İki Ayrı Kabile’ye Tek Bir Peygamber



13.8.3. Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar



13.8.4. Doğru Yola Davet’in Tepkisi



13.8.5. Medyenlilere Gelen Azâb



13.8.6. Eykelilere Allah’ın Azabı



13.9. HZ. YUNUS (A.S.)’UN ÜMMETİ



13.9.1. Hz. Yunus (a.s.) İle İlgili Bilgiler



13.9.2. Kur’ân-ı Kerîm İle İncil’de Hz. Yunus’un Kıssası



13.9.3. Hz. Yunus’un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması



13.10. İSRAİL OĞULLARI



13.10.1. İbrahim (a.s.) Soyunun İki Kolu



13.10.2. Filistin’de Şirk Devri



13.10.3. İsrail Oğullarının Yozlaşması



13.10.4. Babil’in Hakimiyeti Sırasında İsrail Oğullarının Durumu



13.10.5. Onarım ve Yenileme Dönemi



13.10.6. Yunan Egemenliği ve Buna Karşı Direniş



13.10.7. İsrail Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret Devri



13.10.8. Son Uyarı



13.10.9. İsrail Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)’ya Yaptığı Kötü Muamele



13.10.10. Hz. Îsa’ya Yapılan Kötü Muamele



13.11. ESHÂB-ÜR RASS

 

On Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK
OLUŞU VE KALINTILARI

13.1. GİRİŞ

İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın. Dünyayı sadece bir
çiftlik, bir ti­yatro sahnesi, keyif çatma yeri ve gönlünce yaşama diyarı olarak
kabul eden ve peygamberlerin gösterdikleri yol ve hakikatlerden saparak batıl
inançlara esir olan ve dalâlete düşen milletlerin sonunun ne korkunç ve ibret
verici olduğunu kendi gözlerinizle görün.

Allah’ın gazabına ve azâbına uğrayan milletler ne yazık ki
geçmişten hiçbir ders almamışlardır. Onlar her şeyi umursamazlıkla seyir etmiş,
ilgi­sizlikle müşahede etmişlerdir. Kendilerinden önceki kavim ve ulusların
uğradıkları akıbet onları fazla tedirgin ve huzursuz etmemiştir. Harabeleri
seyrederken de kaygısız bir seyirci tavrını takınmış, tarihi okurken de ib­ret
almaları gereken şeylerden ibret almamışlardır. Demek ki, hidayet bul­muş ve
hidayet bulamamış kişi ve toplulukların görüş açısında önemli bir fark vardır.
Sapık, dinsiz ve kâfir milletler, milletlerin hataları ve uğradık­ları akıbetten
hiçbir ders almamaktadırlar. Ama imanlı ve inançlı kişiler ile topluluklar
geçmiş milletlerin akıbetinin neden böyle olduğunu düşü­nerek düştükleri hata ve
itaatsızlıktan tekrarlamamaya dikkat etmektedir­ler. Biri tarih yaratıyor, ama
tarihten ders almıyor, her şeye seyirci kalı­yor. Öbürü hem tarih yaratıyor hem
tarihin anlamını kavramaya çalışıyor. Tarihte geçenlerden ders alıyor ve bu
hayatın ötesindeki gerçeklere ulaş­mak için olanca gücüyle çalışıyor.

İnsanları ıslâh etmek, hidayete götürmek üzere vazifelendirilen
kişiler yine o insanlardan doğmuş, büyümüş ve yetişmişlerdi. Hz. Îsa, Hz. Musa,
Hz. İbrahim ve Hz. Nuh (a.s.) kimlerdi? peygamberlik payesine yükselmeden önce
bizim ve sizin gibi insanlardı. Bu temiz ve yüce insanların çağrılarına uymayan,
kendi hayalleri ve arzularının peşinde koşan kavim­ler ve milletlerin sonunun ne
olduğunu siz iyi bilirsiniz. Sizlerden pek ço­ğu iş veya turistik seyahatler
sırasında pek çok tarihî yerler görmüşlerdir. Bazılarınız eski kavim ve
ümmetlerin yaşadıkları bölgelerden de geçmiş­lerdir herhalde. Bazılarınız belki
de Âd, Semûd, Medyen ve Lût kavimle­rinin bulunduğu yerler ve harabeleri de
görmüştür. Siz oradan bir ders al­madınız mı? Bu ümmet ve ulusların bu dünyada
uğradıkları kötü ve kor­kunç son, ahirette daha kötüsünü göreceklerinin bir
belirtisidir. Buna kar­şılık doğru yolu bulan ve kendilerini ıslâh eden
milletlerin ahirette mükafatların daha iyisini, daha güzelini görecekleri de bir
gerçektir. Siz bunları bilmiyor musunuz?

Peygamberlerin vaaz ve telkinlerini kabul etmeyen ve
hayatlarının te­melini, tevhid, risâlet ve ahireti inkâr üzerine kuran uluslar
eninde sonun­da büyük felâkete uğramışlardır. Tarih tekerrürden ibarettir ve
Allah’ın yolundan sapan milletlerin kötü akıbetleri, bize ibret olsun diye
tekerrür edilerek gösterilmiştir. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki, peygamberler
yo­luyla insanlara ulaştırılan ahlâk düzeni ve buna göre ahirette yapılacak
mahkeme ve duruşma, bazı inkâr edilmez gerçeklere dayanmaktadır. Çün­kü hangi
millet bu düzeni bozmaya ve ilâhi kanunun dışına çıkmaya çalış­mış ve sorumsuzca
hareket etmişse, hüsrana uğramış, kötü bir sonuçla karşılaşmıştır.

İnsanlık tarihinde felâketle karşılaşan milletlerin tepe taklak
düşüşünü hazırlayan unsurlar arasında kibir ve Allah’ın nimetlerini inkâr etmek
en başta gelmektedir. Allah tarafından her türlü nimet, zenginlik, şan, şöhret
ve saadetle mükâfatlandırılan milletler sonunda nankörlük etmeye, Allah’a isyan
etmeye ve dünyada fesat ve zulüm etmeye başlamışlardır. Bu mil­letlerde toplum
ahlak ve vicdanı öylesine bozulmuştur ki, aralarında haki­katleri bilen ve gören
bazı kimseler kendilerini uyarmaya ve doğru yola getirmeye çalışmışlarsa da
seslerini yeterince güçlü ve etkili çıkaramamış ve bu milletlerin felâketini
önleyememişlerdir.

Hakka talip olan ve Hakkı bilenler için bu kâinat Allah’ın
işaretleriyle doludur. Bu işaretleri görüp, hatalarını derhal düzeltebilirler.
Fakat küfür ve şirkle gözleri kararmış olanlar hiçbir şeyi göremezler. Ne
gökteki işa­retler ne peygamberlerin Mu’cizeleri onları doğru yola getirebilir.
Sapık­lıkları öylesine koyulaşmış ve kalpleri öylesine katılaşmış olur ki,
Allah’ın azâbı gelip çatana kadar gözleri açılmaz. O zamana kadar zaten iş işten
geçmiş olur.

Cenâb-ı Allah bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, Kur’ân-ı
Ke­rim’in Şuarâ sûresinde tarihte adlarına sık sık rastlanan yedi kavim veya
ümmetin cehâlet, dalâlet ve inatçılıklarını anlatmış ve bunların ne korkunç
akıbetlere uğradıklarını dile getirmiştir. Cenab-ı Allah (cc.) bu kavimle­rin
durumundan bahsederken, tutum ve davranışlarının, Mekkeli kâfir ve müşriklerden
farklı olmadığına işaret etmiş ve bu hususta şu noktalara dikkati çekmiştir.

Birincisi, Allah’ın alâmet veya işaretleri iki çeşittir.
Bunların ilkini, bu dünyada ve kâinatta her tarafta görmek mümkündür. Aklı eren
bir kişi bunları gördükten sonra, peygamberlerin naklettiklerinin doğru olup
ol­madığını anlayabilir. İkinci tür işaretler de Fir’avn ve yandaşları ile,
Nuh’un ümmeti, Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin gördüğü alâmetlerdir. Mekkeli
kâfirler bu işaretlerden hangisini görmeyi tercih ederler?

İkincisi, kâfirlerin zihniyeti her devirde aynı olmuştur onların
itiraz ve eleştirileri de temelde aynıdır. Allah’a, peygamberlerine ve ahirete
iman etmemek için bahaneleri aynı olmuştur. Nihayet, sonları da aynı olmuştur.
Buna mukabil, her çağda peygamberlerin talimatı hiç değişmemiştir. Siret ve
ahlâkları aynı olmuştur. Muhaliflerine verdikleri cevap aynı olmuştur. Bunun
gibi, Allah’ın ihsan ve rahmeti de aynı olmuştur. Tarihte ikisinin de örneği bol
bol vardır.

Geçmiş kavimlere kendi çağlarında yaşamak, huzur içinde gelişme
kaydetmek ve refaha kavuşmak için her türlü imkânlar sağlanmıştı. Fakat onlar
Allah’a isyan ve itaatsizliği uygun gördüler, dünyada fesâd ve zulmü yaydılar.
Onları doğru yola getirmeye gelen peygamberlerin sözlerini din­lemediler. Demek
ki onlar son fırsatı da kaçırdılar ve Allah’ın kendileri için hazırladığı
imtihanda başarısız kaldılar. Bundan sonra onları cezalan­dırmak ve ortadan
kaldırmaktan başka bir çare kalmamıştı. Bu örnekleri verdikten sonra Cenab-ı
Allah Mekkeli kâfir ve müşriklere dernek istiyor­du ki, geçmiş milletlerin
yapamadıklarını onlar yapmalıydı, doğru yolda bulunmalı ve Allah’ın
nimetlerinden istifade etmeliydiler; yoksa onların sonu da aynı olacaktı.

13.2. Hz. NUH (A.S.)’UN ÜMMETİ

Hem Kur’ân-ı Kerîm’in ifadeleri hem İncil’deki kayıtlardan, Hz.
Nuh’un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz topraklarda yaşamış ol­duğu
kesinleşmiştir. Babil’in tarihî kalıntılarında bulunan eski belgeler de bu
tesbiti doğrulamaktadırlar. Bazı kitabelerde, Kur’ân-ı Kerim’de ve Tevrat’ta yer
alan, ve Musul’da geçtiği bildirilen tufan olayına benzer bir olaya da
rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ile Ermenistan’ın eski tarihleri ile, nesillerden
nesillere geçen rivâyetlerde de, tufan vak’ası ayrıntılı şekilde anlatılmıştır.
Bu kayıtlara göre, tufandan sonra Hz. Nuh’un gemisi Musul yakınlarına gelerek
durmuştu. Musul’un kuzeyinde İbn-i Ömer adası çev­resinde ve Türkiye toprakları
içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh’un ge­misi ve diğer kalıntılarının
bulunduğuna dair hâlâ çeşitli açıklamalar yapı­lıyor. Nahcivan halkı arasında
hala yaygın olan inanca göre Musul’un te­melini Hz. Nuh (a.s.) atmıştı.

13.2.1. Büyük Bir
Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi Kayıtlar

Hz. Nuh’un kıssasına benzer efsâne ve rivâyetler Yunan, Mısır,
Hin­distan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski medeniyetlerin literatüründe yer
almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve
Avrupa ile Amerika’nın çeşitli bölgelerinde de Hz. Nuh tu­fanına benzer
hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki, bu olay, bütün insan soyunun
bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş ve daha sonra insanların
çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmalarıyla oralara kadar
çeşitli hatıra, rivâyet ve efsâneler gibi ulaş­mıştır. Dünyanın hemen hemen
bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktı­ğında büyük ve müthiş bir tufandan
bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın asıl mahiyetini,
yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir. İnsanların hayal gücü ve
anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.

Hazreti Nuh (a.s.)’un gemisinin demirlendiği Cudi dağı,
Kürdistan bölgesinde, İbn-i Ömer adasının kuzeyinde bulunuyor. İncil’de bu
gemi­nin durduğu yerin Rus-Türk sınırındaki Ağrı dağı (Ararat) olduğu beyan
edilmiştir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır, ki Ermenistan yaylasından
başlayarak güneyde Kürdistan’a kadar uzanıyor. Cudi dağı işte bu dağlar
silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur. Kadim tarih
ki­taplarında geminin durduğu yer Cudi olarak kaydedilmiştir. Nitekim, Hz.
Îsa’nın doğumundan 250 yıl önce Babil’in bir rahibi (Berasus) eski Keldani
rivayetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh’un gemisinin Cûdî dağına
yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo’nun öğrencilerin­den Abydenus ta
kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu
anlatırken, Irak’ta pek çok kişide bu geminin parçalarının bulunduğunu ve
bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifa dağıtıldığını
yazmıştır.

13.2.2. Nûh
Kavminin Kötü Yola Sapması

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un kavmiyle ilgili yer alan kayıtlara
bakı­lırsa bu milletin ne Allah’ı inkâr ettiği, ne Allah’tan habersiz olduğu, ne
de Allah’a ibadetten kaçındığına tanık olunur. Nûh kavminin en büyük suçu
Allah’a ortaklar koşmasıydı. Allah’ın yanında diğer bazı varlıkların da
tan­rısal sıfatlar taşıdığı ve ibadete layık olduğu inancı, bu millette diğer
bazı bozuklukların ortaya çıkmasına sebep oldu. İnsanların yarattığı tanrıları
temsil etmek için toplum içinde imtiyazlı bir zümre beliriverdi. Bu zümre dini,
siyasi ve iktisadî iktidar ve kontrolün odak noktası haline geldi ve kendi
iktidarını korumak için İnsanlar arasında eşitsizlik, haksızlık ve
ada­letsizliği yerleştirmenin yanı sıra fesâd ve zulmü arttırdı ve her türlü
ahlâksızlığı körükledi.

13.2.3. Hz.
Nuh’un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları

“Ve onlar (halkı kandırmak için) büyük hilelere başvurdular.”
(Nûh; 22)

Burada hilelerden, Nûh kavminin hâkim tabakası ile din
adamlarının, halkı, Hz. Nuh’tan uzak tutmak ve onun talimatına uymamasını
sağlamak için çevirdiği düzenler kasdedilmiştir. Meselâ, onlar diyordu ki, Nûh,
siz­ler gibi alelâde bir insandır, ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz?
(Bk: Hûd; 27), Nuh’u, halktan olanlar ve aşağı sınıftakiler hiç düşünme­den
Allah’ın peygamberi olarak kabul etmektedir. Halbuki, Nuh’un söyle­dikleri
azıcık önemli ve değerli olsaydı eşraf ve soylular O’na ilk önce iman ederlerdi,
(Hûd; 27), “… Eğer Allah dileseydi, melek indirirdi…” (Mü’minûn; 24), Eğer
bu şahıs (Nûh) Allah tarafından gönderilmiş olsay­dı, hazinesi olacaktı, gaipten
haberi olurdu ve melekler gibi her türlü ihti­yaçlardan müstağni olurdu. (Hûd;
31), Nûh ve taraftarları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptirler ki sözleri
dinlensin? (Hûd; 27), Bu adam (Nûh) as­lında size hâkim olmak istiyor (Mü’minûn;
24) ve bu adam bir “Cin’in etkisindedir, ki o O’nu divâne haline getirmiştir (Mü’minun;
25).

Hz. Nûh aleyhisselâm, ümmetinin durumunu değiştirmek için. uzun
süre çabaladı durdu, ama muhaliflerinin ördüğü yalan ve hileler ağı öyle­sine
kaimdi ki çabalarının çoğu boşa gitti. Nihayet Cenâb-ı Allah’a yalvarmak zorunda
kaldı, “ya Rabbi, bu kâfirlerden hiçbirini canlı bırakma. Zira bunlardan birini
bile canlı bırakırsan, evlâtları senin kullarını yine kötü yola
sürükleyeceklerdir ve soylarından çıkan herkes nankör ve itaatsız olacaktır.”[1]

13.2.4. Azâb

Hz. Nuh (a.s.)’un duası Allah tarafından kabul olundu[2]
ve Nûh kav­mine büyük bir azap indi. Kur’ân-ı Kerim’de açık ifadelerle anlatılan
olay şöyle başlamıştır. Tufan, bir fırından su fışkırmasıyla başladı. Sonra
yer­den de su fışkırmaya başladı. Aynı zamanda gökten bardaktan boşalırcasına
yağmur yağmaya başladı. Hûd suresinde sadece fırından su fışkırmasın­dan
bahsedilmiştir. Biraz ilerde yağmura da işaret edilmiştir. Fakat, Kamer
suresinde bu husus daha etraflıca belirtilmiştir: “Bunun üzerine biz de, gö­ğün
kapılarını akan sulara açtık. Böylece yeride kaynaklar halinde coştur­duk.
Nihayet (gökten yağan ve yerden fışkıran iki su,) takdir olunan mikta­ra erişti.
(Âyet; 11-12). Burada şu noktaya da dikkat etmek gerek. Kur’ân-ı Kerim’de
‘fırın’ için kullanılan “tennur” kelimesi üzerinde elif lâm vardır. Bu demek
oluyor ki, Cenab-ı Allah, tufanın başlaması için belli bir fırını
görevlendirmişti. Bu fırın, belirlenen gün ve saatte Allah’tan işaret alır
al­maz su fışkırtmaya başladı ve böylece “kasırga fırını” adıyla meşhur oldu.

13.2.5. Tufan
Evrensel Nitelikte miydi?

Tufan’ın evrensel bir mahiyette mi yoksa mahalli nitelikte mi
olduğu henüz kesin değildir, İsrail oğullarının rivâyetlerine bakılırsa bu
cihanşümûl bir tufandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı (Bk: Doğum, VII, 18­24).
Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de böyle bir ifadeye rastlanmıyor. Kur’an’da yer alan
işaretler, daha sonraki insan soyunun Nûh tarafından kurtarılanlardan geldiğini
göstermektedir. Fakat bu husus, tufanın bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez.
Eski devirlerde insanların yerleşim bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki
de sadece Nûh tufanında etkilenen bölge o za­manın bilinen dünyasıydı ve Hz.
Âdem’in bütün evlâtları Irak ve çevresin­de yaşıyordu. Eğer tufan sadece bu
topraklarda yaşayanları yok etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve
insanlığı yok etmiş sayılır. Tufan­dan sonra, Nuh’un gemisindeki İnsanlar
zamanla çeşitli bölge ve ülkelere dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki
nokta vardır. Birincisi, Dic­le ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir
kasırga ve selin koptuğu, hem tarihi verilerle hem harabelerle ve hem de
jeolojik çalışmalarla sabittir. Fakat bütün yeryüzünü tesiri altına alan
cihanşümûl bir fırtına, kasırga ve­ya sel felaketinin belirtileri yoktur.
İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün milletlerinde, hatta Avustralya’ya, Yeni
Gineye ve Amerika’ya kadar uza­nan bölgelerde, büyük bir tufan ile ilgili hikâye
ve rivayetler meşhurdur. Bundan çıkan sonuç şu: Bütün bu ülkelerin insanlarının
ataları Hz. Nûh (a.s.) zamanında tufanın geldiği sırada bir tek bölgede
yaşıyorlardı, ama tufandan sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni
yeni yerleşim merkezleri kurdular.

13.2.6. Nuh’un
Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur

“Ve gemiyi âlemlere bir ibret kıldık.” (Ankebût; 15).

Bu ayet tefsir edilirken, geminin değil, tufanın, İnsanlar için
ibret nişanesi yapıldığı manası da çıkarılabilir. Fakat hem burada hem Kamer
suresinin 115. ayetinde bu hususta kullanılan ifade gösteriyor ki, İnsanlar için
ibret nişanesi bizzat Nuh’un gemisiydi ve şimdi de olmaya devam ediyor.
Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde, özellikle Ağrı dağının
tepesinde bulunmasına dair binlerce yıldan beri rivâyet ve efsane­ler halk
arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tufandan hemen sonraki yıllar­da ve günümüzde
de dünyada büyük bir ilâhî azâbın vuku bulduğu, böyle bir azâbın büyük bir insan
kitlesini yok ettiği ve Allah’ın buyruklarına uymayanların ağır biçimde
cezalandırıldıklarını insanlara hatırlatmıştır. İbn-i Cerîr, Kamer suresinin
tefsirini yaparken ayrıca İmam Buhari, İbn Ebi Hâtim ve Abdürrezzak da “Katâde’nin
şu rivâyetini nakletmişlerdir.

Hz. Peygamber (a.s.)’in sahabeleri henüz sağ iken, müslümanlar
Irak’ın fethi sırasında El-Cezire’ye (İbn-i Ömer adasına) gittiğinde Cûdî
dağında (ve bir rivayete göre Bakırda köyü yakınlarında) bir gemi gördüler.
Zama­nımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla geçerken bir gemiye benzer iskele­tin
görüldüğü ve bunun araştırılması için dağın tepesine çeşitli araştırmacı ve
dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi ve radyolardan öğreniyoruz.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Âd kavminin oturduğu yerin adı Ahkâftı[3]
ki, Hicaz ile Yemen ve Yemame arasında bir bölgedir. Âd kavmi, buradan çıkarak
Yemen’in batı kıyılarından Irak’a kadar uzanan bütün bölgeye hâkim olmuşlardı.
Bu kavmin adı ve sanı tarihten silinmiştir. Ancak Arap yarımadasının güneyinde
bazı harabelerin kendilerine ait olduğu söyleni­yor. Buralarda bir yerde Hz. Hûd
(a.s.)’un bir kabri olduğu da belirtiliyor. 1837 de bir İngiliz yetkilisi, James
R. Wellested, Hısn-ı Gurab adlı yerde, Hz. Hûd’un adının geçtiği bir kitabe
bulmuştu. Bu kitabenin yazısından, bunun Hz. Hûd’un taraftarları tarafından
hazırlandığı anlaşılıyor.

013

Nuh Kavminin Yaşadığı Bölge ve Cudi Dağı Çevresi

13.3. ÂD KAVMÎ

13.3.1. Tanımlama

Âd Kavmi, Arabistan’ın en eski ve en tanınmış kavimlerinden biri
idi; küçük büyük herkes adını biliyordu. Şan-ü şevketi ve ihtişamı dillere
destandı. Hakkında sayısız efsâneler vardı. Ayrıca, bu kavmin felâkete uğraması
ve yok oluşu da atasözü haline gelmişti. Âd, Araplarca öylesine bilinen bir
kelimedir ki, her kadîm ve eski şeyler için “âdi” kelimesi kulla­nılıyor. Tarihi
harabeler ve eserler “Âdiyyat” olarak tanımlanıyor. Sahip­siz ve bakıcısı
olmadığı için boş bırakılmış toprağa “Âdiyy-ül Ard” deni­lir. Eski çağ Arap
şiirinde Âd kavminden bol bol bahsedildiğini görüyo­ruz. Antropologlar,
Arabistan’da en eski çağlarda kaybolup giden milletler arasında ilk ismin Âd
kavmi olduğunu belirtirler. Hadislerden de Hz.Peygamber (a.s.)’a bir defasında,
Âd bölgesinden Zühl bin Şeybân aşiretinden bir kişinin gelip eski zamanlardan
beri Âd kavmi ile ilgili kendilerine ku­laktan kulağa gelen rivâyetlerden
bazısını anlattığı anlaşılıyor.

13.3.2. Âd
Kavminin Oturduğu Yer

013

Âd Kavminin Yaşadığı Bölge

İbn İshâk diyor ki, Âd bölgesi Umman’dan Yemen’e kadar olan
top­rakları kapsıyordu. Zamanımızda da Arabistan’ın güneyindeki halk arasın­da
yaygın inanca göre, Âd kavmi bu bölgede yaşıyordu. Bugün Mükella olarak bilinen
kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde Hadramut’ta bir yer­de Hz. Hûd’a ait olduğu
bildirilen mezar vardır. Her yıl, 15 Şaban tarihin­de burada yapılan “urs”a
Arabistan’ın çeşitli yörelerinden binlerce kişi ge­lip toplanır, dua eder ve
çeşitli merasimler tertip ederler. Mezarın tarihi bir hüviyeti yoktur, ama bu
mezarın bizzat burada bulunması, Arap’ların her yıl burada toplanması
Hadramut’ta bazı harabelerin bulunması ve Gü­ney Arabistan’da aynı doğrultuda
bir yaygın inancın varolması, Âd kavmi­nin buralarda yaşamış olma ihtimalini
kuvvetlendirmektedir.

13.3.3. Ad
Kavminin Yaşadığı Bölge’nin Bugünkü Durumu

El-Ahkâf ın bugünkü durumunu gören bir kişi, burada kuvvetli,
kud­retli, medeni ve görkemli bir milletin yaşadığına inanamaz. Bu bölgenin
binlerce yıl önce yemyeşil ve mamur bir belde olduğu, ama tabiat ve ik­lim
değişikliği yüzünden bir çöle dönüştüğü kuvvetli bir ihtimaldir. Bu­günkü haline
bakılırsa burası upuzun bir çöldür, ki kimse içine girmeye bile cesaret edemez.
1843’te Bavyeralı bir subay bu bölgenin güney kıyı­sına varmıştı. Bu subayın
ifadesine göre, Hadramut’un kuzey yaylasından bakıldığında esas çölün bin metre
aşağıda olduğu görülür. Bu dairelere düşen bir şey kısa sürede batar veya harap
olur. Arap bedeviler bu çöle girmekten korkarlar. Adı geçen subay, hiçbir
bedeviyi çöle gitmeye razı edemeyince oraya tek başına daldı. İfadesine göre
buranın kumu son dere­ce ince olup toz şeker gibidir. Subay, beyaz daireden
birine su kovasını attı. Bu kova beş dakika içinde kumlara gömüldü ve bağlı
olduğu ipte eriyiverdi[4].

13.3.4.
Felaketten Önceki Bolluk ve Refah

Hem Arap tarihçilerinin hem de çağımız tarihçi ve
araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan adetâ silinmiştir ve
dünyada hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki Arap
tarihçileri bu kav­mi, kaybolan ve yok olan milletler arasında saymaktadırlar.
Arap tarihlerinden sabit olan bir başka husus da, Âd kavminden sadece Hz. Hûd’a
tabi olan kısmın ortada kalmasıdır. Geriye kalan bu Adlılara tarihte ikinci Âd
denilmiştir, ki yukarıda bahsettiğimiz Hısn-ı Gurâb’ın kitabesi kendilerine
aittir. Yaklaşık M.Ö. 1800 yılında yazıldığı sanılan bu kitabenin arkeolog­lar
tarafından çözülen kısmından bazı satırları şuraya aktaralım.

“Biz (Âd kavmi) bu kalede uzun bir zaman rahat ve müreffeh bir
ha­yat yaşadık, öyle ki, yaşantımız her türlü sıkıntı ve ıstıraptan uzaktı.
Ne­hirlerimiz sularla doluydu. Hükümdarlarımız ise her türlü kötü düşünce, ard
niyet ve ahlâksızlıktan yoksun birer kraldılar. Onlar kötü kişi ve boz­gunculara
çok sert davranırlardı ve bize Hz. Hûd (a.s.)’un şeriatına göre hükmederlerdi.
Bu hakimlerin iyi ve faydalı kararlan bir kitapta toplanır­dı. Ve biz
Mu’cizelere ve ölümden sonra diriltileceğimize inanırdık.”

Söz konusu ibare, Âd kavminin, Allah’ın azâbı gelmeden önce
refah ve saadet içinde yaşadıklarına dair Kur’ân-ı Kerîm’in kayıtlarını harfiyen
doğrulamaktadır. Bu ibare, ayrıca, Âd milletinin gelişme, refah ve mutlu­luğun
varislerinin, bilâhare Hz. Hûd (a.s.)’a iman edenler olduğu yolunda­ki Kur’an’ın
ifadelerinin de doğru olduğunu ispatlamaktadır.

13.3.5. Âd
Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur’ân-ı Kerim’in İfadeleri

Hz. Nuh’un ümmetinin yok oluşundan sonra dünyada şan ve şöhret,
refah ve saadet kazanan millet, Âd kavmiydi.

“… Nuh kavminden sonra sizi hakimler yaptığını ve sizin halk
arasın­da kuvvet ve kudretinizi artırdığını ve Allah’ın size olan nimetlerini
düşü­nün.” (A’râf; 69)

Âd kavminin fertleri vücutça hayli iri yarı ve kuvvetliydi.

“… Sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını
(düşünün)…” (A’râf; 69)

Âd kavmi kendi çağının rakipsiz ve eşsiz milletiydi. Bu sebeble
hiçbir millet onlarla yarışmayı aklının ucundan bile geçiremiyordu:

“Ki beldeler arasında O’nun benzeri yaratılmamıştı.” (Fecr, 8)

Bu kavmin medeniyet ve kültürü göz kamaştırıcıydı. Yüksek ve
kalın sütunlardan yapılmış bina abideler inşa etmek en belirgin özelliklerinden
biriydi ve böyle şöhret bulmuşlardı.

“Görmedin mi, Rabbin Âd’a ne yaptı? O sütunlarla dolu İrem’e”. (Fecr;
6-7)

Bu maddi ve bedensel üstünlük, kuvvet ve iktidar bu milleti
fazlasıyla mağrur ve muhteris kıldı:

“… Âd Kavmi, yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip, ‘Bizden
daha kuvvetli kim var’? dediler…” (Fussilet; 15)

Âd kavminin siyasi nizam ve iktidarı son derece zâlim kişilerin
elin­deydi:

“… Her bir inatçı zorbanın emrine uydular…” (Hûd; 59)

Dinî durumlarına gelince, Ad kavmi Allah’ın varlığını inkâr
etmiyor­du, ancak Allah’a ortak koşuyordu. Onlar sadece Allah’a kulluk etmekten
hoşlanmıyorlardı.

“… Onlar: Yalnız Allah’a ibadet edip, babalarımızın
taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?’ (dediler)…” (A’râf; 70)

13.3.6. Âd
Kavmine Allah’ın Azabının Gelmesinin Sebebi

Kadim Âd kavmi, Allah’ın kendilerine düşman olduğu veya onları
ille yok etmek istediği için tarihe karışmadı. Doğrusu şu ki, bu millet kendi
mezarını kendi kazdı. Cenâb-ı Allah, bu milletin ıslâhı ve düzelmesi için geniş
imkânlar sağladı, düşünme fırsatları verdi. Onları doğru yola getir­mek üzere
peygamberler yolladı ve bu peygamberler vasıtasıyla işledikle­ri günah ve
düştükleri kötü yoldan kurtulmamaları halinde kötü bir akıbe­te uğrayacaklarını
açık açık belirtti. Felâket yolunun hangisi, refah ve saa­det yolunun hangisi
olduğuna işaret etti. Ancak Âd’lılar ateşe körükle gi­diyorlardı. Gözleri kör
olmuş, kulakları tıkanmıştı. Felâketi adeta bekler olmuşlardı. Hiçbir şeyin
fayda vermeyeceğini bilen Cenâb-ı Allah niha­yet, Âd kavmine hak ettiği cezayı
verdi.

13.3.7. Allah’ın
Azabıyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm’in Açıklamaları

“Onlara dünyada zillet ve hakaret azabım tattırmak için uğursuz
günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik…” (Fussilet; 16)

Kur’ân-ı Kerim’de bu azapla ilgili verilen bilgiler şunlardır.
Şiddetli rüzgâr veya fırtına tam yedi gece ve yedi gün esti. Bu fırtına öylesine
şid­detliydi ki, insanların kurumuş hurma ağaçları gibi düşüp ölmelerine se­bep
oldu. (Bk; Hâkka; 7). Şiddetli rüzgâr, üzerinden geçtiği her şeyi yok etti (Zâriyât;
42). Rüzgârın esmeye başlamasından önce hava kararınca Âd kavmi neşe içindeydi.
Zira onlara göre, yağmur ve bereket yağacaktı. Fakat rüzgâr kopunca ortalığı
mahvetti.

“Çünkü biz onların üzerine uğursuzluğu devamlı bir günde,
şiddetli bir rüzgâr gönderdik. Öyle bir rüzgâr ki, insanları, kökünden sökülmüş
hurma kütükleri gibi söküp atıyordu.” (Kamer; 19-20)

Yukarıda Fussilet suresinde belirtildiği gibi “uğursuzluk
(şiddetli rüz­gâr ve fırtına) birkaç gün sürdü. Hakkâ sûresi yedinci ayette de
süre 7 ge­ce, 7 gün olarak belirtilmiştir[5]

13.4. SEMÛD KAVMÎ

13.4.1. Tanımlama

Semûd Kavmi de Âd kavmi gibi Arabistan’ın en eski kavimlerinden
biridir. Bu kavim, Ad’dan sonra en meşhur kavimdir. Kur’ân-ı Kerim’in inişinden
önce Semûd kavmiyle ilgili rivâyet, hikaye ve destanlar Arabis­tan’da herkesin
dilinde idi. Cahiliyye’nin şiir ve hitabelerinde Semûd ismi­ne sık sık
rastlanıyor. Asur yazıtlarında, Yunanistan, Roma ve İskender hakkında yazılan
tarih ve coğrafya kitaplarında da Semûd ismine rastlanı­yor. Hazreti Îsa’nın
doğuşundan kısa bir müddet evveline kadar bu millet­ten sağ kalanlar vardı.
Nitekim, bazı Romalı tarihçilerin ifadelerine göre Semûd’lulardan bazıları Roma
ordusuna katılarak, düşman oldukları Nebtîlere karşı savaşmışlardı.

13.4.2. Semûd
Kavminin Yaşadığı Bölge

Semûd kavminin, bugün El-Hicr olarak bilinen, Arap yarımadasının
batısında bir bölgede yaşadığı tarihi kayıtlardan sabittir. Zamanımızda Medine
ile Tebûk arasında trenle yolculuk sırasında Medâyin-i Salih adlı tren
istasyonuna geliniyor. İşte burası Semûd memleketinin hükümet mer­keziydi.
Eskiden bunun adı El-Hicr’di ve şimdi de bazı kimseler burayı bu adla
anmaktadır. Buralarda binlerce hektarlık alanda, Semudluların bazı harabeleri
bulunmaktadır. Bunlar arasında kayalara oyularak yapılan kos­koca binaların
kalıntıları da vardır. Bu sessiz ve hazin şehri bugün gören­ler, buranın
nüfusunun 400-500 binden az olmayacağı kanısına varır­lar[6].
Kur’ân-ı Kerîm’in inişi sırasında Hicaz’ın ticari kafileleri bu tarihi
harabelerden geçerlerdi. Hz. Peygamber (a.s.), Tebûk savaşma hazırlık sı­rasında
buradan geçerken müslümanlara, buranın ibret verici manzarasını göstermiş ve
tarihi eserlerden ne gibi ders alınması gerektiğini söylemişti. Hz. Peygamber
(a.s.), bir yerde bir kuyuya işaret ederek Hz. Sâlih’in dişi devesinin burada su
içtiğini hatırlatmış ve müslümanların yalnızca bu ku­yudan su içmelerini, başka
kuyulara gitmemelerini emretmişti. Rasûlullah ayrıca, müslümanlara bir geçidi de
göstermiş ve bunun dişi devenin geçti­ği geçit olduğunu açıklamıştı. Nitekim, bu
geçide bugün de “Fecc-ün Nâga” denir.[7]

13.4.3. Semûd
Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar

“Ad kavminden sonra sizi hükümdarlar yaptığını ve sizi
yeryüzünde yerleştirdiğini düşünün. Arzın ovalarında köşkler ve saraylar bina
eder, dağlan oyup evler yaparsınız. Allah’ın nimetlerini anın. Ve yeryüzünde
bozgunculuk çıkaranlardan olmayın.” (A’râf; 74)

Semûd kavminin, dağ ve kayaları oyma sanatı, Hindistan’da Ellora
ve Ajanta mağaralarında ve dünyanın bazı diğer bölgelerinde görülen oyma
sanatının bir benzeriydi. Semûd’lular dağları oyarak ve yontarak muhte­şem bina
ve saraylar yaparlardı ve böylece büyük sanat eserleri ortaya çı­karırlardı.
Bugün Medâyin-i Salih’te hâlâ ayakta duran muazzam yapılar Semud’luların mimarî
sanatının ne kadar gelişmiş olduğunun birer delili­dirler.

El-Hicr, Semud’un başkentiydi. Bu şehrin kalıntıları, Medine’nin
ku­zey-batısında Şehr-ul Ulâ’dan birkaç kilometre uzaklıkta bulunmaktadır.
Medine’den Tebûk’a hem karayolu hem tren yoluyla yolculuk sırasında bu şehre
rastlanıyor. Yolcular ve turistler bu vadiden geçerlerse de, Hz. Pey­gamber
(a.s.)’in nasihati üzerine hiçbir müslüman burada konaklamaz.

Sekizinci asırda İbn Batuta, Hacca giderken buraya uğramıştı.
İbn Batuta’nın yazdıklarına göre, “bunlarda kırmızı renkli dağlarda Semûd kavmi
tarafından oyularak yapılan binaların kalıntıları vardır. Bu binaların rengi ve
süsü öylesine tazedir ki, bugün yapılmış gibi görülürler. Bu harabeler­de hâlâ
bazı çürümüş ceset ve insan iskeletleri bulunur.”

13.4.4. Maddî
Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk

Semûd halkı ve milleti hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde
ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. (Bk: A’râf; ]3-19, Hûd; 61-68, Hicr; 80-84,
Neml; 45-53, Zâriyat; 43-45, Kamer; 23-31, Hâkka; 4-5, Fecr; 9 ve Şems; 11).
Bunlardan, Âd kavminden sonra şan ve şöhret kazanan mille­tin Semûd olduğu
anlaşılıyor. Nitekim, yukarıdaki A’râf sûresinde aynı ifadeleri bulmaktayız “Âd
kavminden soma sizi hükümdar yaptığını…” Fakat, maddi kalkınma, zenginlik,
rahatlık ve bolluk Âd kavmini nasıl bozduysa, Semûd halkını da kötü yönde
etkilemekten geri kalmadı. Yani, bir yandan hayat seviyesi yükselirken bir
yandan da ahlâk düzeyi ve in­sanlık alçaklıkça alçaldı. Bir tarafta, şehirlerde
göz kamaştırıcı binalar ve saraylar inşa ediliyor, dağlarda ve mağaralarda
kayalara şekiller veriliyor, san’at eserleri ortaya çıkarılıyordu; diğer tarafta
ise, toplumda şirk ve put­perestlik yerleşiyor, eşitsizlik, adaletsizlik ve
zulüm körükleniyor, milletin en kötü insanları iktidar koltuklarından ahkâm
kesiyor ve yüksek sınıf bü­yüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyordu. Hz.
Sâlih’in Hakk’a da­veti ancak aşağı sınıftakilerin bir bölümünü etkileyebildi.
Yüksek sınıfta­kiler ise bunu hakaretle reddettiler.

013

Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge

13.4.5.
İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi

Semûd kavmi üç sebepten dolayı Hz. Sâlih’in dâvetini
reddediyordu. Birincisi, Hz. Sâlih bir beşer veya insandı, başka insanlardan
üstün bir ta­rafı yoktu. İkincisi, Hz. Sâlih Semûd kavminin bir ferdiydi ve
herhangi bir fazileti yoktu. Üçüncüsü, Sâlih alelâde ve yapayalnız bir insandı.
Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi, çevresinde pervane gibi
dola­şan adamlar yoktu. Bir ordusu yoktu. Gösterişli tavırları yoktu. Semûd’lu
eşraflara göre Hz. Sâlih, insanüstü bir varlık olmalıydı. Onlar O’nun
beşe­riyetini de kabul etmeye hazırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve
bizzat kendi milletinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir insan başka bir
yerden ve milletten gelmeliydi, hatta gökten indirilmeliydi. Bunların hiç­biri
olmazsa, en azından nüfuzlu bir kabile reisi ve zengin bir lider olma­lıydı.
Salih gibi sade ve sâf bir insanın peygamber olmasını bir türlü kabul
edemiyorlardı.

13.4.6. Hayır İle
Şer Arasındaki Mücadele

Hz. Sâlih, halkı hidayete çağırmaya başlar başlamaz, Semûd kavmi
iki rakip kampa bölünüverdi.”… Onlar iki fırka olup birbirleriyle çekiş­meye
başladılar” (Neml; 45)

Bu iki fırkadan biri Hz. Salih’e ve Allah’a iman edenlerden
oluşuyor­du, ikincisi ise Hz. Salih ve Allah’ı inkâr edenlerden teşekkül
ediyordu. İki rakip kampa bölündükten sonra, aralarındaki çekişme ve mücadele de
çetin bir şekilde başlayıverdi.

“Kavminden kendilerini büyük görenler, onlardan iman eden
zayıfla­ra, ‘Salih’in Rabbi katından gerçekten gönderilmiş bir peygamber
oldu­ğunu biliyor musunuz’ (diye alayvari söz söylediler). Mü’minler de, ‘Biz,

O’nunla gönderilen şeye iman edenlerdeniz.’ dediler. Büyüklük
taslayan­lar (yine), ‘Sizin iman ettiğiniz şeyi biz inkâr eyleriz’ dediler.” (A’râf;
75-76)

Bunun yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’de Semûd kavminin ileri
gelenlerinin şu sözlerine de yer verilmiştir:

“Ey Sâlih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen bize va’d
etti­ğin azabı getir.” (A’râf; 77)

13.4.7. Mu’cize
Gösterilmesi İçin Çekilen Restler

Semûd kavminin ileri gelenleri durmadan Hz. Salih’e meydan
okuyor ve rest çekiyorlardı. Onlar diyordu ki, “eğer sen gerçekten Allah’ın
elçisi isen, o zaman bize bir Mu’cize göster de görelim.” Semud’luların bu
sürek­li isteği üzerine Cenab-ı Allah da dişi deveyi Mu’cize olarak aralarına
gön­derdi.

Cenab-ı Allah’ın bu buyruğu (“Biz dişi deveyi onlara fitne
olarak gön­deriyoruz” sözlerinin bir açıklamasıdır. Fitne ve imtihan, dişi bir
devenin birden bire Semûd kavmi arasında belirmesiydi. Semûd kavmi bu deve ile
ilgili olarak uyarılmıştı. “Bu dişi deve belirli günlerde tek başına su
içe­cektir. Bunun su içtiği gün sizler sakın hayvanlarınıza su içirmeyin, ve su
içtiği kuyu, çeşme veya dereye ne kendiniz gelin ne de hayvanlarınızı ge­tirin.
Dişi deve ve diğer hayvanlar nöbetleşerek su içeceklerdir. Bu kural
bozulmamalıdır. Yoksa size büyük bir felâket gelecektir.” Bu ikazı akta­ran kişi
Hz. Salih idi. O Sâlih ki, Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ediyor,
onun ordusu ve yardımcıları olmadığım söylüyorlardı.

13.4.8. Kesin
İşaret

Şuara sûresinin 154-156 ayetlerinden, böyle bir ilâhî işaret
veya Mu’cizenin gösterilmesini bizzat Semûd kavminin istediği sabittir. Semûd
halkı, ancak böyle bir işaret gördükten sonra Hz. Sâlih’in peygamber ola­cağına
inanabileceğim belirtmişti. İşte bu isteğe uyarak Hz. Salih dişi de­veyi
kendilerine sundu. Böylece, dişi deve’nin de diğer bazı peygamberle­rin
Mu’cizeleri gibi bir Mu’cize olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, bu Mu’cize ile birlikte
Hz. Sâlih’in, ümmetini son defa ikaz ettiği de anlaşılıyor. Hz. Sâlih’in
söylediğine göre, bu dişi deve Semûd kavminin kaderini tâyin edecekti. Allah
tarafından bir ibret nişanesi olarak gelen bu deveye bir takım imtiyazlar
tanınmalıydı. Bu deve her tarafa dolaşmakta serbest ola­caktı ve belli bazı
günlerde çeşme ve derelerden su içecekti. Semûdlular bunun yanına
yanaşmamalıydı, hele kötü bir niyetle dokunmaları bile felâkete davetiye
çıkarmak gibi bir şey olacaktı. Semûd kavmi belirli bir süre devenin olağanüstü
bir hayvan olduğuna inandı ve Hz. Sâlih’in de­diklerini istemeyerek de olsa
yaptı. Ama kötü niyetlerini uzun bir süre saklayamadılar ve fitne ve fesâda baş
vurdular.

13.4.9. Dişi
Devenin Öldürülmesi

“Derken o dişi deveyi kestiler.”  (A’râf; 77)

Hz. Sâlih’in dişi devesi bir müddet Semûd kavmini şaşkın ve
tedirgin yaptı. Semûd’lu ileri gelenler küplere biniyorlardı ve bu deveyi
ortadan kaldırma çarelerini düşünüyorlardı. Nihayet, hayli atak davranan bir
kabi­le reisi, devenin işini bitireceğine arkadaşlarını inandırdı. Şems
sûresinde bu adamdan şöyle bahsedilmiştir; “En bahtsızları ayaklandığı vakit”
(Âyet; 12). Kamer suresinde ise şöyle denilmiştir: “Nihâyet arkadaşlarını
çağırdılar. O da kılıcını çekip deveyi kesti.” (Âyet; 29)

Yukarıdaki her iki sûrede görüldüğü gibi, dişi deveyi öldüren
tek bir kişiydi. Ama onun fiili bütün millet tarafından desteklendiği için
herkes onun suç ortağıydı. Bu sebeple ceza da sadece o kişiye değil bütün
millete verildi[8].

13.4.10. Hz.
Salih’e Karşı Şirretlilerin Tertibi

“O şehirde, eşraftan dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde
fesâd çı­karıyor ve iyilik etmiyorlardı. Allah’ın adı ile yeminleşerek dediler
ki: ‘Gece baskını yapıp Salih’i ve ailesini öldürelim. Sonra velisine: Biz o
ai­lenin helakinde hazır değildik. Gerçekten biz doğru söyleyenleriz diye­lim!
Onlar bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hileleri­nin akıbeti
nasıl oldu. Biz hem kendilerini hem de kavimlerini helâk et­tik.” (Neml; 48-51)

Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi, Semûd kavminin ileri
gelenleri, Hz. Sâlih (a.s.)’ten kurtulmanın tek çaresinin onu öldürmek olduğunu
dü­şündüler ve bunun için harekete geçtiler. Ama, plânladıkları gibi gece Hz.
Sâlih’in evine saldırmadan önce Allah onlara azabını gönderdi. Bu azâb ile
sadece kendileri değil, bütün Semûd kavmi yok oldu.

Öyle anlaşılıyor ki, Semûdlular, Hz. Salih’i öldürme plânını
dişi deve­nin öldürülmesinden sonra hazırladılar. Hûd suresinde belirtildiği
gibi, di­şi devenin boğazlanmasından sonra Hz. Salih, üç günlük mühlet
kaldığını, bundan sonra azabın geleceğini söylemişti. Bunun üzerine Semûdlular
şöyle düşünmüş olabilirler: Salih’in bizi korkuttuğu azâbın geleceği yok; neden
biz dişi devesinden sonra onun işini de bitirmeyelim? Hz. Salih’in evine baskın
düzenlemek için kararlaştırdıkları gece de herhalde azâbın geleceği gece idi ve
o gece bunlar baskın düzenlemeden Allah’ın gazabı onları yakalayıverdi.

13.4.11. Azâbın
Ayrıntıları

Şuarâ suresinin 158. ayetinde şöyle denilmiştir: “O azap
kendilerini yakalayıp helâk etti…” Kur’ân-ı Kerîm’in diğer yerlerinde bu azâb
ile ilgili şu kayıtlara rastlıyoruz: Dişi devenin kesilmesinden sonra, Hz.
Sâlih, üm­metini şöyle uyardı: “… Yurdunuzda üç gün daha yaşaya durun.” (Hûd;
65). Bu uyarı yapıldıktan sonra üçüncü gün, yani mühletin sona erdiği ge­ce
yarısı ile sabah arasındaki süre içinde korkunç bir patlama oldu ve bu­nunla
beraber öyle bir zelzele oldu ki, bir ânda bütün Semûd kavmi yok oldu. Sabah
olunca, etrafta ezilmiş, parçalanmış ve tanınmaz hâle gelmiş cesetlerden başka
bir şey yoktu. Bu cesetler, bir ahırda, hayvanların ayak­larıyla ezilen çim ve
otlar gibi ezilmiş ve çiğnenmiş durumdaydılar.

13.4.12. İman
Sahipleri Kurtuldu

“(Azap) emrimiz geldiğinde Salih’i ve onunla beraber iman
edenleri tarafımızdan bir rahmet ile o günün azabından kurtardık…” (Hûd; 66)

Sina yarımadasında yaygın rivâyetlere göre, Semûd kavmi Allah’ın
azabına uğrayarak helâk olunca, Hz. Sâlih hicret ederek Sina’ya geçti. Ni­tekim
Musa dağının yanı başında Nebi-Sâlih diye bir tepe vardır. Rivâ­yetlere göre Hz.
Sâlih burada yaşıyormuş.

13.4.13. Semûd
Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet Ve Bunun Kalıntıları

Âd kavminin mimari sahada en belirgin özelliği yüksek ve kalın
sü­tunlu binalar yapması ise, Semûd medeniyetinin başlıca hususiyeti de dağlar,
kayalar, taşlar ve mağaraları oyarak müstahkem ve muhteşem eserler meydana
getirmesiydi. Nitekim Fecr suresinde, Âd kavmine “sütün sahibi” denilmişse,
Semûd kavmine “vadide kayaları oyan” mil­let lakâbı verilmiştir. Ayrıca, Semûd
ulusunun ovalarda ve düzlüklerde de muhteşem saray ve köşkler yaptığı
kaydedilmiştir. (A’râf; 74). Se­mûd kavminin bu mimari eser ve sanat
harikalarının gaye ve hedefi ney­di? Kur’ân-ı Kerîm, Semud’un bütün bunları
kendisini büyük görme ve gösterme hevesiyle yaptığını açıklamaktadır. Yani sırf
gösteriş merakı, servet ve ihtişam ile kuvvet ve iktidarın bir icâbı olarak bu
eserleri mey­dana getirmişti. Bunların arkasında ulvi bir gaye, ebedî bir gerçek
yoktu. Umumi menfaat diye bir şey de yoktu. Kısacası, yozlaşmış ve kokuşmuş bir
millet ile medeniyet bu hususta ne yaparsa Semûdlular da onu yap­mışlardı.

Semûd medeniyetine ait tarihi eser ve harabelerden bazıları iyi
korun­muştur. Bunları ben 1959’da kendi gözümle gördüm. Medâyin-i Sâlih ve­ya
El-Hicr olarak bilinen yerde bulunan bu tarihi kalıntılar Medine ile Tebûk
arasında, El-Ula’ya birkaç kilometre kuzeydedir. El-Ula güzel bir vadi olup
etrafında yemyeşil bağ, bahçe, dere ve pınarlar vardır. Fakat El-Hicr hazin ve
ölümcül bir manzara arz etmektedir. Burada ne su var, ne bağ, ne de bahçe!
Nüfusu da yok denecek kadar azdır. Burada bir kuyu vardır ki Hz. Sâlih’in
devesinin burada su içtiği bildiriliyor. Osmanlı dev­rine ait metruk bir askeri
karakolun içinde bulunan bu kuyu hâlen kuru­muş vaziyettedir. El-Ula’ya
vardığımızda çatlamış, yıkılmış ve kısmen çökmüş dağ ve tepelerle karşılaştık.
Bunların Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolu­nan büyük bir zelzele sonucu bu hâle geldiği
hemen anlaşılıyor. Benzeri dağları doğuda El-Ulâ’dan Hayber’e kadar uzanan
bölgede de gördük. Bundan, Allah’ın gazabı ve azâbı olarak meydana gelen
zelzele’nin yakla­şık 500 km. uzunlukta ve 200 Km. genişlikte bir alanı etkisi
altına aldığı anlaşılıyor. El-Hicr’de gördüğümüz Semûd kavmine ait binaların
kalıntıla­rının benzerlerini Akabe Körfezinin kıyısında Medyen’de ve Ürdün’de
Petra mevkiinde gördük. Bilhassa, Petra’da Semûd ve Nebtî yapılan yan yana
bulunuyor ve bunlardan aradaki mimari farkı hemen belli oluyor. Herkes bu
yapıların çeşitli devirlerde ve çeşitli kavimler tarafından yapıl­dığına kanaat
getiriyor.

İngiliz oryantalist, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerini yalanlamak
için, el-Hicr’deki binaların Semûd kavmine değil, Nebtîlere ait olduğunu iddia
ediyor. Fakat bu milletlerin mimari tarz ve ananesi o kadar değişiktir ki, ancak
kör bir kişi bunların tek bir millete ait olduğunu iddia edebilir. Tah­minim
odur ki, dağlar ve kayaları oyarak bina yapma sanatını Nebtîler, Semûd kavminden
öğrendiler ve binlerce yıl sonra Hz. Îsa’nın doğumun­dan önce 200-100 yılları
arasında bunu zirveye ulaştırdılar. Aynı şekilde, Hindistan’da Hindular,
Petra’daki mağaralardan yaklaşık 700 yıl sonra El­lora ve Ajanta mağaralarında
heykelcilik ve mimarî tarzı doruğa çıkardı­lar.

13.5. HZ. İBRAHİM (A.S.)’İN ÜMMETİ

Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Nûh (a.s.)’tan sonra İslâmiyet’in
mesajını bü­tün dünyaya yaymak üzere Allah tarafından görevlendirilen ikinci
pey­gamberdi. Hz. İbrahim, önce Irak’tan Mısır’a ve Suriye ile Filistin’den Arap
çölüne kadar çeşitli bölgeleri senelerce gezerek insanları, Allah’a ita­ate ve
İslâmiyet’e davet etti. Sonra mesajını her tarafa iletebilmek için muhtelif
yerlerde naip ve yardımcılar tâyin etti. Ürdün’e yeğeni olan Hz. Lût’u gönderdi,
Suriye ve Filistin’e oğlu Hz. İshâk’ı tayin etti ve Arabis­tan’ın iç kısımlarına
büyük oğlu Hz. İsmail’i yolladı. Daha sonra, Allahu Teâlâ’nın emriyle Mekke’de
Kâbe adıyla bilinen Allah’ın evini inşa etti ve yine Allah’ın emri üzerine
burasını çalışmalarının merkezi olarak seçti.

13.5.1. Hz.
İbrahim’in Doğduğu Yer

Son araştırma ve incelemeler neticesinde Hz. İbrahim’in doğduğu
şe­hir ve ayrıca o devirde yaşayan insanların hayat tarzını belirten bazı
bul­gular da elde edilmiştir. Sir Leonard Wolley’nin, Londra’da 1935’te
neşro­lunan “Abraham” (Hz. İbrahim) adlı kitabı bu hususta hayli aydınlatıcı
bilgiler ihtiva etmektedir. Biz burada bu bilgilerin özetini sunuyoruz.

Bugün tarihçi ve araştırmacıların genellikle Hz. İbrahim
(a.s.)”in doğ­duğu yıl olarak kabul ettikleri M.Ö. 2100 dolaylarında Ur şehrinin
nüfu­sunun 250 bin ilâ 500 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu şehir önemli
bir ticaret ve sanayi merkeziydi. Buraya bir yandan Pamir ve Nilgari’den mallar
gelirdi ve diğer yandan bu şehrin Anadolu ile yakın ticari ilişkileri vardı.
Başkenti bulunduğu memleketin sınırları bugünkü Irak’ın kuzeyinde biraz kısa ve
batıda biraz uzundu. Nüfusun çoğu ticaret ve sa­nayi ile uğraşıyordu. Bu döneme
ait, tarihi harabelerde bulunan kitabelerden halkın görüşünün tamamıyla maddeci
olduğu anlaşılıyor. Urluların en büyük gayesi mal ve mülk sahibi olmak, para
kazanmak ve lüks içinde yaşamaktı. Faizcilik almış yürümüştü. Para ve servete
düşkün olan bu millet tabiatıyla ticari zihniyet taşıyordu. İlişkiler menfaatler
üzerinde ku­ruluyor, sevgi ve saygı gibi kavramlar göz ardı ediliyordu. Herkes
birbiri­ne şüphe ve kuşkuyla bakardı. Münakaşa, kavga ve adli davalar olağan bir
olay haline gelmişti. Ur’lular tanrılarına genellikle uzun ömürlülük,
zen­ginlik, işte ve ticarette kazanç, refah ve mutluluk için dua ederlerdi.
Nüfus üç gruba ayrılmıştı:

1) Amîlû: Bunlar yüksek sınıfı oluşturuyorlardı, ki bunlar
arasında yönetici kadro, yüksek yetkililer, subaylar ve rahipler yer alıyordu.

2) Mişkînû: Bunlar ticaret, sanayi ve tarımla iştigal eden
kişilerdi

3) Ardû: Köle ve esirler.

Bu sınıfların birincisi geniş çapta imtiyaz ve imkânlara
sahipti. Bu sı­nıf medeni ve ceza hukukunda bir takım üstünlüklere sahipti.
Bunların can ve malları diğer sınıftakilerden daha değerliydi.

Hz. İbrahim (a.s.) işte böyle bir toplumda gözünü açtı.
Talmud’da ve­rilen bilgilere göre Hz. İbrahim, Amîlû sınıfının bir ferdiydi.
Babası dev­letin en üst kademesinde bulunan bir yetkiliydi.

013

Hz. İbrahim (a.s.)’in Göç Yolu

13.5.2. Putlar,
Tapınaklar ve Dini Törenler

Ur şehrinin harabelerinden çıkarılan kitabelerde 5000 tanrının
adına rastlanıyor. Memleketin çeşitli şehir ve kasabalarının çeşitli tanrıları
var­dı. Her şehrin bir Koruyucu Tanrısı olurdu ve buna “Rabb-ül Beled” veya “Baş
İlâh” denilirdi. Buna diğer ilâhlardan çok daha hürmet ve sadakat gösterilirdi.
Ur’un koruyucu tanrısı veya Baş Tanrısı, Nannâr (Ay Tanrısı)dı ve bu münasebetle
şehrin adı sonradan “Kemerîne” oldu. İkinci büyük kent Larse idi, ki Ur’dan
sonra hükümet merkezi oldu. Buranın Koruyucu Tanrısı, “Şamâş”tı (Güneş Tanrısı).
Bu büyük tanrılara tâbi olan birçok küçük tanrı ve tanrıçalar vardı ki, bunların
çoğu gökteki yıldız ve geze­genlere, azı dünyaya mensuptu. Halk arzu ve
isteklerinin çoğunu bu kü­çük tanrılara iletirdi. Gerek gökteki gerekse yerdeki
tanrıların putları ya­pılmıştı ve bütün ibadet ve dualar bu putların önünde
yapılırdı. Nannâr’ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde yapılmış olan muhteşem
bir tapmak­ta bulunuyordu. Bu putun yanında Nannâr’ın karısı, “Nan-gül”ün mabedi
vardı. Nannâr tapınağı kraliyet sarayı kadar görkemliydi. Bu tapmağın ya­tak
odası da vardı ki her gece güzel bir kız buraya gelip Nannâr’ın “gelini”
oluyordu. Bu tapınakta diğer birçok erkek ve kadın rahip ve rahibeler vardı ki,
tanrıya adanmışlardı. Kadınların çoğu aslında “dinî fahişe”den başka bir şey
değillerdi. Tanrı adına bekaretini kaybeden bir kız, Allah katında çok makbul
sayılırdı. Bir kadının hiç olmazsa, hayatında bir defa, Allah için, yabancı
birinin koynuna girmesi, kıyamette bir kurtuluş sebebi kabul edilirdi. Bu açık
dinî fahişelikten en çok rahip ve keşişlerin yararlandığını söylemeye sanırız
gerek yoktur.

13.5.3. Nannâr
Tanrı’nın Yeri ve Mevkii

Nannâr sadece bir tanrı değil, aynı zamanda ülkenin en büyük
toprak ağası, tüccarı, sanayicisi, fabrikatörü ve iktidar sahibiydi. Çok sayıda
bağ, bahçe, tarla, ev, bina, tapmak ve devlet kuruluşları bu tanrıya adanmıştı.
Nannâr Tanrı’nın emlâki sayılan bu yerlerden alman vergiler ve kazançla­rın yanı
sıra, çiftçi, toprak ağası, işçi, tüccar, esnaf ve memurların getirdiği süt,
yiyecek, içecek, altın, kumaş ve diğer kıymetli hediyeler de tapınağı­na
giderdi. Ticaretin önemli bir bölümü tapmaktan idare edilirdi. Bu işle­ri,
kendilerini tanrının naip ve temsilcisi ilân eden rahip ve din adamları
yaparlardı ve dolayısıyla her türlü maddî menfaati de elde ederlerdi. Buna
ilâveten, ülkenin en büyük mahkemesi de bu tapınaktı. Mahkeme’de rahip ve din
adamları yargıç olurdu ve verdikleri kararlar, tanrının kararları ola­rak kabul
edilirdi. Kral ve kraliyet ailesi de Nannâr tapınağına tâbi idiler. Gerçek
hükümdar Nannâr’dı, kral da onun naibi olarak hüküm sürerdi. Bu itibarla kral da
tanrılar arasında yer alırdı ve halk ona tanrı diye tapardı.

13.5.4. Nemrud’un
Saltanatının Başlangıcı ve Sonu

Hz. İbrahim zamanında Ur’da hüküm süren hanedanın kurucusu
Urnammu idi. Urnammu, Hz. Îsa’nın doğumundan önce 2300 yıllarında ge­niş bir
saltanat kurmuştu. Bu saltanatın hududu doğusu Susa’dan batıda Lübnan’a kadar
uzanıyordu. Bu sebeple bu hanedana önce “Nammu” de­nildi ve bu isim zamanla
değişerek “Nemrud” oldu. Hz. İbrahim’in Ur’dan hicret etmesinden sonra hem
Nemrud hanedanına hem Ur’lulara üst üste felâketler gelmeye başladı. Evvelâ,
Aylâmîler Ur’u yağma ettiler ve Nemrud’u Nannar’ın putuyla birlikte esir alıp
götürdüler. Daha sonra Larse’de bir Aylamî saltanatı kuruldu. Ur, bu saltanata
bağlanmış oldu. Niha­yet, Arap kökenli bir hanedanın yıldızı Babil’de parladı ve
Lârse ile Ur’un her ikisi de bu hanedana bağlanıverdi. Bu üst üste gelen
felâketler, Urlula­rın Nannar’a olan bağlılığını zedeledi, zira bu Büyük Tanrı
onları en kötü anlarında koruyamamıştı.

13.5.5. Hz.
İbrahim’in Öğretilerinin Etkileri

Hz. İbrahim’den sonra Urlular’ın ve bölgenin diğer
milletlerinin, O’nun öğretilerini ne ölçüde kabul ettiklerini kesinkes tâyin
etmemiz mümkün değildir. Ancak, MÖ. 1910’da Babil Hükümdarı, Hamurâbi’
(İn­cil’de adı Amurafil olarak geçiyor)’nin çıkardığı yasalar, Hz. İbrahim’in
öğretilerinden belli bir ölçüde yararlandığı gerçeğini ortaya koymaktadır­lar.
Bu yasaların ayrıntılarını kapsayan bir yazıt M.S. 1902’de bir Fransız arkeolog
tarafından ortaya çıkarıldı. Bu yazıtın İngilizce tercümesi 1903’te C.H.W. John
tarafından “The Oldest Code of Law” (Tarih’in En Eski Ka­nunnamesi) adı altında
ilim âlemine sunuldu. Bu kanunnamede yer alan pek çok kanun ve usuller Musevî
Şeriat’a benzemektedir.

13.5.6.Tam Bir
Şirk Medeniyeti

Çağımızın araştırma ve incelemelerinin sonuçları doğruysa, Hz.
İbra­him’in ümmeti için şirk sadece dini bir inanç veya putperestlere mahsus bir
ibadet şekli değildi. Aynı zamanda bu milletin bütün siyasi, sosyal, ekonomik ve
kültürel hayatı bunun üzerinde kurulmuştu. Bura karşılık, Hz. İbrahim’in Tevhid
ile ilgili daveti sadece putperestlerin ibadet şeklini ve inancını değil, aynı
zamanda hükümdarların tanrısal sıfatlarını, hakim sınıfın imtiyaz ve
üstünlüklerini, rahip ve din adamlarının menfaatini ve kısacası ülkenin siyasi,
ekonomik ve sosyal yapısının tümünü etkileyecek nitelikte idi. Hz. İbrahim’in
davetini kabul etmek, toplumu temelden de­ğiştirmek demekti. Bu toplum yepyeni
temellere oturtulmalıydı. Tevhid’in etkisi toplumun her alanında ve kesiminde
görülmeliydi. Böyle büyük çaptaki bir değişiklik ve devrimi kimse kabul etmeye
hazır değildi, hele menfaatleri en çok etkilenecek olan hükümdarlar, hakim
sınıf, din adam­ları ve en başta Nemrud benimseyemezdi. Onu niçin, toplumun her
kesimi buna şiddetli bir tepki gösterdi.

13.5.7. Nemrudî
Şirk Nizamının Değerlendirilmesi

Eski çağlardan beri müşrik toplumların belli bir özelliği vardı.
Bu toplumlar ve halklar, Allah’ı “Tanrıların Tanrısı” veya “En Büyük Tanrı”
olarak kabul ederler, ama onun tek olduğuna inanmazlardı. Onlar Allah’a pek çok
ortak koşarlardı.

Müşrikler her zaman tanrılarını iki kısma ayırmışlardır.
Bunlardan bi­ri tabiatüstü bir varlıktır ki, bütün sebep ve neticelere hâkimdir.
İnsanlar buna her türlü ihtiyaç ve sıkıntılarını anlatır ve ondan çare bulmasını
arzu ederler. Bu tanrı icabında tek veya çok da olabilir. Birden çok tanrılar
olunca, en kudretli ve kuvvetli tanrıya ruh, melek, cin, seyyare ve diğer bazı
varlıklar yardımcı tanrılar olarak katılırlar. Müşrikler bunlara dua eder,
yalvarır, ibadet eder ve kıymetli hediyeler sunarlar. İkinci tür tanrılık
siyaset ve medeniyetle ilgilidir. Bu kategoriye hükümdar tanrılar girer. Bu
tanrılar siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki alanda çeşitli yasalar çıkarabi­lir,
kendilerine bağlılığı sağlayabilir ve kısacası, dünyevi işlerde halkın mercii
olurlar. Bu tür tanrısal sıfatlar her devirde Allah’tan alınıp, krallık,
hakimler, kraliyet aileleri, din adamları ve rahipler ile toplumun ileri ge­len
kişileri arasında dağıtılmıştır. Kraliyet ailelerinin çoğu bu açıdan tanrı­lık
iddiasında bulunmuşlardır. İddialarını pekiştirmek için de ilk tür tanrı veya
tanrıların evlâdı olduklarını ileri sürmüşlerdir. Dinî çevreler ve ra­hipler de
bu hususta kendileriyle işbirliği yapmışlardır.

Nemrud’un tanrılık iddiası da bu türdendi. Nemrud kendisi
Allah’ın varlığını inkâr etmiyordu. Gök, yer ve bütün kâinatın yöneticisi ve
yaratı­cısının kendisi olduğunu ileri sürmüyordu. Dünyada ve evrende her şeye
hakim olduğunu da söylemiyordu. İddiası şuydu: Ur veya Irak ülkesi ve halkının
mutlak hakimi benim. Ben buranın rakipsiz hükümdarıyım. Ağ­zımdan çıkan söz bir
kanundur. Üzerime başka kimsenin iktidarı ve haki­miyeti yoktur. Bu itibarla,
beni Tanrı ve Hükümdar olarak kabul etmeyen Irak’ın her vatandaşı asi ve
günahkârdır.

13.5.8. Hz.
İbrahim’in Tevhid’e Davetinin Siyasi Yönleri

Hz. İbrahim (a.s.) Allah’ı tek bir ilâh olarak kabul ettiğini ve
bu­nun dışında her türlü tanrıyı üstün şahsiyetleri ve batıl itikadları
reddet­tiğini ilân edince sadece Ur kavminin millî din ve inançlarına ağır darbe
indirmiyordu, aksine Nemrud ve diğer hakim tabakanın kuvvet ve iktida­rına da
açıkça meydan okumuş oluyordu. Zira, yukarıda gördüğümüz gibi dinî inanç ve
felsefe Ur’luların bütün hayatını etkilemiş ve bunun sayesin­de Nemrud ve
yandaşları ülkenin en çıkarcı zümresi haline gelmişlerdi. Hz. İbrahim tek
Allah’a inanmaya davet etmek suretiyle Ur’luların tanrıla­rını reddettiği gibi
Nemrud’un tanrısal sıfatı ve bu sıfat sayesinde sahip ol­duğu iktidar, şan ve
şöhretini de tehlikeye sokmuş oluyordu. Bu sebeple devlete ve hükümete
başkaldırmak suçundan Nemrud’un huzuruna çıka­rıldı.

13.3.9. Hz.
İbrahim’in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller

Nemrud’un sarayında Hz. İbrahim’in sorguya çekildiği ve bizzat
Nemrûd’la tartıştığı pek çok tarihî ve dinî kitapta yer almaktadır. Tartışma
sırasında Hz. İbrahim, hayat ve ölümün Allah’ın elinde olduğunu söyle­yince,
Nemrud, “hayat ve ölüm benim elimdedir” dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim,
Nemrud’a şöyle seslendi. “Peki, Cenab-ı Allah, güneşi doğudan doğduruyor; sen
bunu batıdan doğdur da görelim.” Hz. İbrahim’in bu söz­leri Allah’ı inkâr eden
Nemrud’u hayli şaşırttı ve çaresizlik içinde bir şey yapamadı.

Hz. İbrahim zaten ilk sözleriyle, Rabb’in, Allah’tan başka bir
kimse olamayacağını kanıtlamıştı. Ama Nemrud inatçılıkla bunun cevabını
ver­mekten çekinmedi. Fakat Hz. İbrahim’in bundan sonraki sözleri, Nem­rud’un
foyasını büsbütün çıkarıverdi. Güneş ve ayın, Hz. İbrahim’in “Al­lah” dediği
tanrıya bağlı olduğunu pekâlâ biliyordu ve bu hususta hiçbir şey yapamayacağını
anlamıştı. O nedenle, cevap verse de ne verecekti? Fakat kendi sarayında ve
herkesin önünde Hz. İbrahim’e pes edemezdi ve bir ânda mutlak hakimiyet
iddiasından vazgeçemezdi. Hz. İbrahim’in söz­leri Nemrud’u sadece şaşırttı, onun
doğru yola yönelmesine yaramadı. Nemrud kendini beğenme ve kendine tapma
huyundan vazgeçip Hakk’a tapma cesaretini gösteremedi. Halbuki, bu noktada Hakka
yönelmiş olsay­dı belki de kendisini bekleyen korkunç akıbetinden kurtulmuş
olacaktı.

13.5.10.
Nemrud’un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah’ın Çiçekleri

Talmud’daki kayıtlara göre, Nemrud’un Sarayındaki hararetli
münaka­şa ve münazaradan sonra Hz. İbrahim zindana gönderildi zindanda 10 gün
kaldı. Bundan sonra Kraliyet Konseyi O’nun diri diri yakılmasına karar verdi.

Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine göre Nemrud ve yandaşları bu
kararı harfiyyen uyguladılar da.[9]
Ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ama ateşte Hz. İbrahim’e bir şey
olmadı, zira ateş, Allah’ın emriyle soğudu ve üzerinde çiçekler açtı.[10]

Hz. İbrahim’in kavmi dünyadan silindi ve öyle silindi ki adı
sanı bile kalmadı. Allah’ın gönderdiği azaptan kurtulan yalnızca Hz. İbrahim ve
mübarek evlâtları (Hz. İsmail ve İshâk) idi.[11]
Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İb­rahim’in Ur veya Irak’ı terk etmesinden sonra Nemrud
ve bütün millete ne gibi bir azâbın indiği belirtilmemiştir. Fakat bunların
azâba uğramış mil­letlerden biri olduğu sabittir.[12]

Hz. İbrahim (a.s.)’i alt etmeğe, O’nun sesini kısmağa çalışan
Babil’in hükümdar, hâkim, rahip ve din adamları ve bu çirkin işte onlarla
beraber hareket eden halk, tarihe karıştılar, hem de öyle ki bugün onların
izlerine bile rastlamak zordur. Ancak, Allah’ın kelâmını söylemek suçundan ateşe
atılmak istenen ve bilâhare çaresizlik içinde ülkeyi terk etmeye zorlanan o
büyük insan öylesine büyük şan ve şerefe erişti ki, geçen dört bin yıldan beri
adı anılmaktadır ve inşaallah kıyamete kadar da anılacaktır. Dünya­nın bütün
müslüman, Hıristiyan ve Yahudileri, İbrahim Halilullah’ın üstün vasıflı bir
peygamber olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Gerçek şudur ki, geçen 40
yüzyılda insan soyu hidayet nurundan ne kadar feyz elde et­mişse bu yüce insanın
gayret, fedakârlık ve güzel örnekleri sayesindedir. Hz. İbrahim, ahirette
Allah’ın lütûf ve inayetine nail olacaktır, ama bu dünyada da O’nu seven ve
sayan milyonlarca insan vardır.

13.5.11.
Talmud’daki Kayıtlar

Hıristiyanların mukaddes kitabı İncil’de Nemrud ile Hz. İbrahim
(a.s.) arasındaki tartışma, kendisinin ateşe atılması, bu ateşin soğuması,
kendi­sine hiçbir şey olmaması, zindana atılması, milleti ile amansız
mücadele­si ve nihayet Babil (Irak veya Ur)’e Allah’ın azâbının inmesi,
kısacası, Ba­bil veya Irak’taki yaşantısının hiçbir safhası kaydedilmemiştir.
Ancak İncil’in “Doğum” ile ilgili bölümünde Hz. İbrahim (a.s.)’in ülkeyi terk
etmesine dair bazı kayıtlar vardır. Fakat bu olay bir peygamberin hicretin­den
çok alelâde bir ailenin, iş ve geçim kaynaklarını aramak üzere bir ülkeden başka
bir ülkeye göç etmesi gibi anlatılmıştır. Kur’ân-ı Kerim ile İncil’in
kayıtlarında önemli bir nokta daha vardır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. İbrahim’in
müşrik ve putperest babası, oğluna baskı ve zulüm yapan­ların başında idi. İncil
ise, bizzat Hz. İbrahim’in babasının, evlâtlarıyla birlikte (ki bunlar arasında
oğul, torun ve gelinleri de vardı) Harran’a gi­dip yerleştiğini beyan
etmektedir. (Bk: Doğum, XI, Bölüm, 27-32 ayetle­ri). Bundan sonra, Cenab-ı
Allah’ın, Hz. İbrahim’e, Harran’dan Kenan’a gi­dip yerleşme emri verdiği
belirtilerek şunlar ekleniyor. “Ben seni büyük bir millet haline getireceğim ve
bereket vereceğim ve senin ününe ün ka­tacağım. O halde, sen bereketli ol. Senin
mübarek olduğunu söyleyenlere bereket vereceğim ve seni lânetleyenleri ben
lanetleyeceğim ve yeryüzü­nün bütün kabileleri (milletleri) senden bereket
alacaklardır.” (Doğum: Bölüm, XII., 1-3 ayetleri) İncil’deki bu kayıtlar biraz
havada kalıyor ve Allah’ın birden bire Hz. İbrahim’e bu kadar ilgi göstermesinin
sebebi, O’nun hikâyesini başka kaynaklardan öğrenmeyenler tarafından
anlaşıl­mıyor.

Fakat Yahudilerin dini kitabı Talmud’da, Hz. İbrahim’in Irak
veya Ba­bil’de kaldığı süre içinde başından geçen önemli olaylar, şahsiyeti,
karak­teri ve alışkanlıklarıyla zevkleri hakkında, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmayan
bazı ayrıntılara rastlanıyor. Fakat her iki mukaddes kitabın kayıtları
birbi­riyle karşılaştırılınca pek çok farklılıklar göze çarpıyor. Talmud’da bu
hu­susta pek çok ayrıntıların yer almasına rağmen bunların kopuk, tutarsız ve
mantıksız olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbra­him’in
kişiliği, karakteri, yaşantısı ve başından geçen olayları net ve açık bir
şekilde bize sunmaktadır. Bunlar da ne herhangi bir fazlalık ve ne de saçma
sapan şeyler. Kastettiğimiz şeyi anlatmak için sanırız, Talmud’da yer alan
ayrıntıları buraya özet halinde vermek daha uygun olacaktır. Böylece, Kur’ân-ı
Kerîm’in, İncil ve Yahudi mukaddes kitaplarına dayana­rak hazırlanan bir kitap
olduğunu iddia edenlerin iddialarının asılsızlığı bir kez daha ortaya
çıkacaktır.

Talmud’un kayıtlarına göre, Hz. İbrahim’in doğduğu gün kâhinler
fala bakmış, ayrıca gökte bir alâmet görmüşler ve bunlara dayanarak, Târeh’in
evinde doğan bebeğin (Hz. İbrahim’in) öldürülmesi için Nemrud’a tavsi­yede
bulunmuşlardır. Buna göre, Nemrud yeni doğan bebeğin canına kıy­maya and içti.
Fakat Târeh, kölelerinin bir çocuğunu Nemrud’un adamla­rına vermek suretiyle Hz.
İbrahim’in hayatını kurtardı. Sonra Târeh karısı ve çocuklarıyla birlikte gidip
bir mağaraya saklandı. Orada 10 sene kaldı. On birinci yılda Târeh, Hz.
İbrahim’i, Hz. Nuh’a yolladı. Hz. İbrahim 39 sene, Hz. Nuh ve oğlu Sam’ın
hizmetinde terbiye gördü. Bu sırada, Hz. İbrahim öz yeğeni Hz. Sare ile evlendi.
Sare Hz. İbrahim’den 42 yaş kü­çüktü. (İncil, Hz. Sare’nin, Hz. İbrahim’in
yeğeni olduğu hususunu açıkla­mıyor. Ayrıca, ikisi arasında yaş farkının sadece
10 olduğunu belirtiyor, Bk: Doğum: XI, 29. ayet ve XVII: 17. ayet).

Bundan sonra Talmud’un kayıtları şöyledir: Hz. İbrahim 50
yaşında iken Hz. Nuh’un evinden babasının evine geldi. Eve geldikten sonra gördü
ki, babası putperesttir ve evde senenin 12 ayına göre 12 put vardır. Hz.
İb­rahim ilk önce babasını hidayete getirmeye ve putperestlik ile şirkin
zarar­larını kendisine anlatmağa çalıştı. Fakat babası inatçı bir insandı ve
atala­rının dinini bırakmak istemiyordu. Bir türlü yola gelmedi. Nihayet bir gün
Hz. İbrahim evdeki bütün putları kırdı. Târeh eve gelince putlarının peri­şan
halini gördü ve küplere bindi. Öfkeli bir şekilde evden çıktı ve doğru Nemrud’a
giderek gerçeği anlattı. Târeh öldürülmek istenen çocuğun ba­bası olduğunu, bu
çocuğun bugün 50 yaşında bulunduğunu ve evdeki bü­tün putları kırdığını Nemrud’a
anlattı. Nemrud da Hz. İbrahim’i çağırarak kendisini sorguya çekti. Sorgu
sırasında Hz. İbrahim ters cevaplar verince Nemrud kızdı ve O’nu zindana
attırdı. Daha sonra Kraliyet Konseyi’ni toplayarak durumu görüştü. Konsey, Hz.
İbrahim’in ateşe atılmasına ka­rar verdi. Bunun üzerine belirlenen gün ve saatte
odun ve ağaçlar toplana­rak ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ateşe Hz.
İbrahim’in yanı sıra kardeşi ve kayınpederi Haran da atıldı. Bunun sebebi şuydu.
Hz. İbrahim ateşe atılmadan önce Nemrud, Târeh’i azarladı ve oğlunu doğduğu gün
öldürtmek istediğini ancak onun yerine bir kölenin oğlunun öldürüldüğü­nü
hatırlatarak bu sahtekârlığı neden ve nasıl yaptığını sordu. Târeh de dedi ki,
“Ben işi Haran’ın tavsiye ve. teşviki üzerine yaptım.” Böylece kabak Haran’ın
başında patladı ve o Hz. İbrahim ile birlikte ateşe atıldı. Haran ateşe atılır
atılmaz yanıp kül oldu. Ama seyirciler, Hz. İbrahim’in ateşin tam ortasında
rahat dolaşmakta olduğunu ve kendisine hiçbir za­rar gelmediğini gördüler.
Nemrud’a bu garip vak’a hakkında bilgi verdi­ler ve o durumu kendi gözüyle
görmek üzere ateş yerine geldi. Nemrud oraya varınca Hz. İbrahim’e şöyle
seslendi: “Ey gökteki Allah’ın kulu, ateşten çık ve yanıma gel.” Hz. İbrahim
onun dediğini yaptı ve ateşten dışarıya çıktı. Nemrud, Hz. İbrahim’in bu harika
Mu’cizesinden etkilenerek kendisine saygı ve bağlılığını bildirdi, ayrıca
kıymetli hediye ve eşyalar da verdi.

Yine Talmud’un kayıtlarına göre, Hz. İbrahim bu vak’adan sonra
Babil veya Irak’ta iki sene kaldı. Bu arada Nemrud bir kâbus gördü ve bu­nun
tâbirim falcılara sordu. Falcılar, Hz. İbrahim’in, Nemrud hanedanının
hakimiyetine son verebileceğini, bu sebepten kendisinin öldürülmesi ge­rektiğini
belirttiler. Bunun üzerine Nemrud, Hz. İbrahim’i öldürtmek için birkaç adamını
görevlendirdi. Fakat Nemrud’un, Hz. İbrahim’in hizmeti­ne verdiği bir kölesi
olan el-Ya’zer bu suikasttan efendisini haberdar etti. Hz. İbrahim derhal Hz.
Nuh’a kaçıp sığındı. Târeh oraya gelerek Hz. İbra­him ile gizlice buluşurdu.
Nihayet baba ile oğul ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Hz. Nûh ile Sam da bu
kararı beğendiler. Sonunda, Târeh, oğlu İbrahim, torunu Lût ve torunu ile gelini
olan Hz. Sare’yi alıp Ur’dan Harran’a göç etti. (Bk: Selections from Talmud, by
H. Polano, Londra, s. 30-42).

Talmud’un bu hikâyesini okuduktan sonra aklı başında olan bir
kişi, Kur’ân-ı Kerîm’in bundan esinlenerek yazıldığını söyleyebilir mi?

13.6. LÛT KAVMİ

İncil’deki kayıtlara göre, Hz. İbrahim’in iki kardeşi vardı:
Nahûra ve Harân, Hz. Lût, Haran’ın oğluydu. (Bk: Doğum, Bölüm: XI, 26. ayet).
Kur’ân-ı Kerîm’in Ankebût Suresinin 26. ayetindeki bilgiye göre Hz. İbra­him’e
kavminden sadece Hz. Lût iman etmişti.

Hz. Lût aleyhisselâm, Hz. İbrahim (a.s.)’in yeğeniydi. Hz. Lût
amcası Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Irak’tan çıkıp bir süre Suriye, Filistin
ve Mı­sır’da dolaştı ve vaaz ile tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra
Hakk’a davetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra, Cenâb-ı Allah ta­rafından
peygamberlik makamına getirilince, Lût kavmi ismiyle meşhur olan, ahlâkı belki
de en çok bozuk olan ve dalâletin son haddine ulaşmış olan milletin ıslâhına
memur edildi. Sodomluların Hz. Lût’un kavmi oldu­ğu söyleniyorsa da, bu
herhalde, çeşitli milletler arasındaki yakın münase­bet ve akrabalıktan
olabilir.

13.6.1. Lût
Kavminin Yaşadığı Bölge

Lût kavmi, bugün Ürdün olarak bilinen Irak ile Filistin
arasındaki topraklarda yaşıyordu. İncil’de bu milletin yaşadığı ülkenin hükümet
mer­kezinin Sodom olduğu belirtilmiştir, ki herhalde Lût Gölü yakınlarında bir
şehirdi. Talmud’daki kayıtlara göre Lût kavminin başlıca kentleri arasında
Sodom’un dışında dört şehir daha vardı. Bu şehirlerin ortalarında öylesine büyük
ve yemyeşil bir bahçe vardı ki bunu uzaktan görenler bile mest olurlardı. Ne var
ki bugün bu milletin izine bile rastlanmıyor ve yerleşim bölgelerinin nereleri
olduğu da kesin olarak bilinmiyor. Lût adını andıran bugün sadece Lût gölü
vardır ki buna Ölü Deniz de denilir.[13]

Felâkete uğramış ve harap olmuş bu bölge Hicaz’dan Suriye’ye ve
Irak’tan Mısır’a giderken yolda görülür. Yolcular buranın hazin manzara­sını
görür ve imanlı olanlar bundan ibret alırlar. Bu bölge, Lût gölünün
güneydoğusunda yer almaktadır. Coğrafya ve arkeoloji uzmanları ile ta­rihçiler
bu bölgenin özellikle güney kesiminin dünyada eşi görülmemiş bir virane olduğunu
söylerler.

Üstelik Lût kavmi bu kötü fiili gizli, saklı da yapmıyordu,
alenen ve herkesin önünde yapıyordu. Bu illete herkes yakalanmıştı. Neml
sûresinde de buna işaret edilmiştir:

013

Lût Kavminin Yaşadığı Bölge

13.6.2. Lût
Kavminin Sapıklığı

Kur’ân-ı Kerîm’de Lût kavminin yozlaşması ve kötü yola
sapmasıyla ilgili kayıtlara bakalım.

“Rabbinizin sizin için helâl yarattığı zevcelerinizi
bırakıyorsunuz. Doğrusu siz haddinizi tecavüz eden bir kavimsiniz.” (Şuarâ; 166)

“Gerçekten siz, kendinizden evvel, âlemlerden hiçbirinin
yapmadığı çok kötü bir işi yapıyorsunuz.” (Ankebût; 28)

“Siz erkeklere, mukarenet edecek, yol kesecek ve toplantınızda
edep­sizliği yapıp duracak mısınız?” (Ankebut; 29)

Bu ayetlerde, Lût kavminin en kötü illeti olan eşcinselliğe
değinilmiş­tir. Bilindiği gibi, Lût kavminin adı eşcinsellikle özdeşleşmiştir.
Homo­seksüellik, Lût kavminin simgesi haline gelmişti. Nitekim A’râf sûresinde
şöyle denilmiştir:

“Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz.”
(Âyet; 81)

“Doğrusu siz, ne yaptığınızı bilmez bir kavimsiniz.” (Âyet; 55)

Aslında, Lût kavminin yakalandığı illet çok eski çağlardan beri
İnsanlar arasında süregelmektedir. Homoseksüellik veya eşcinsellik gibi kötü bir
fiil Lût kavminde bu kadar yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yücelmiştir. Bu
hususta bir eksiklik var idiyse, bunu da bugünkü Avrupa ve Amerika
tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve gelişmiş olarak bilinen Batı medeniyetinde
eşcinsellik alabildiğine yaygınlaşmış ve bunun yasallaşma­sı için geniş
kampanyalar açılmıştı. Nitekim Federal Almanya başta ol­mak üzere çeşitli batılı
memleketlerde bunun için parlamentodan ve hükü­metten kanunlar çıkarılmıştır.
Halbuki aynı cinsten olanlar arasında cinsî münasebet, tabiat kanununa
aykırıdır. Cenâb-ı Allah (cc.) bütün canlılar arasında dişi ve erkek farkını,
nesillerin devamı için yapmıştır. Bu fark İnsanlar arasında daha önemli ve
gereklidir, çünkü İnsanlar bir araya gelerek aile ve toplumları
oluşturmaktadırlar. Fert, aile ve toplum aynı zamanda geniş bir medeniyet
meydana getirirler. Bu sebeple ayrı yapı ve mizaçta erkek ve kadınlar
yaratılmıştır. Bu iki karşı cinsin birbirine yaklaşmalarını sağlamak amacıyla
aralarında cinsel cazibe yaratılmıştır. Her iki cinsin beden ve ruh yapısı,
zevcelik vazifesinin yerine getirilmesi için müsait ha­le getirilmiştir.
Tabiatın ihtiyacını karşılamak üzere birleşmelerini teşvik edici ve tatmin edici
bazı unsurlar yaratılmıştır. Fakat eşyaların tabiatına aykırı hareket ederek
kendi cinsinden olanlara karşı fazla ilgi duyan ve halta onlarla cinsî ilişki
kurup bundan zevk alan bir kişi aynı zamanda bir­çok suç işlemiş olur. Bu kişi
evvelâ kendi nefsiyle mücadele etmek zorun­da kalır. Kendi vücut yapısı ve ruh
sisteminde bozukluk meydana getirir. Bu kişinin ilişki kurduğu hemcinsi de aynı
sınavdan geçer ve bu kişinin vücut, ruh ve ahlâkında büyük çapta tahribat yapar.
İkincisi, homoseksüel bir kişi tabiata ve tabiat kanunlarına ihanet eder. Zira
tabiatının, türlerin büyümesi ve medeniyetlerinin gelişmesi için tâyin ettiği
haz ve zevki bu şahıs istismar ediyor, kötüye kullanıyor. Bu haz ve zevkin
alınmasının ba­zı sorumlulukları vardır. Bu şahıs bu zevki, bu sorumluluk ve
görevleri yerine getirmeden alıyor, daha doğrusu gasp ediyor. Üçüncüsü, bu kişi
in­san toplumuna da ihanet ediyor. Şöyle ki, toplumun fertlerinden, kaide ve
kuralları ile kuruluşlarından yararlanıyor, ama bunun karşılığını vermiyor ve bu
hususta kendisine düşen görev ve yükümlülükleri yerine getirmiyor. Hatta
enerjisini, toplumun ahlâk ve kültürünü bozacak ve sarsacak yollar­da harcıyor.
Homoseksüel hem kendi ailesi hem toplumu için zararlı ve tamamıyla pasif ve
faydasız bir yaratık haline geliyor ve ilişki kurduğu en az bir hemcinsinin
kaderini de aynı yola sokuyor. Bir homoseksüel, en az bir erkek ve iki kadının
hayatını da mahvediyor. Zira aralarında eşcinsel ilişki bulunan iki erkeğin
karıları da fuhuşa ve kötü yola sevk ediliyor.

“Elçilerimiz Lût’a geldikleri vakit O’nun üzerine fenalık geldi
ve kalbi duraladı. Ve: ‘Bu çok çetin bir gündür’ dedi. Kavmi O’na (Lut’a)
koşarak geldi. Onlar eskiden beri kötülük işlemeye alışık kimselerdi. Lût, ‘ey
kav­mim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun. Beni
misafirlerim içinde rezil etmeyin, içinizden aklı başında bir adam da mı
yoktur?’ dedi. Onlar, ‘senin kızlarında bir hakkımızın olmadığını bilirsin. Ve
sen bizim ne istediğimizi de bilirsin.’ dediler!” (Hûd; 77-79)

Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan bu kıssanın tafsilâtından
anlaşılıyor ki, melekler Hz. Lût (a.s.)’a güzel delikanlılar kılığında geldiler
ve Hz. Lût bunların melek olmalarından habersizdi. Bu sebepten dolayı, bu
misafir gençlerin gelmesinden tedirgin ve huzursuz oldu. O, milletinin ne kadar
ahlâksızlaştığını ve bozulduğunu pekiyi biliyor ve başına geleceklerden
korkuyordu.

Söz konusu ayetlerde bahsedilen kızlar hem Hz. Lût (a.s.)’un öz
kızla­rı olabilir, hem de milletin diğer kızları. Bilindiği gibi, bir peygamber
kendi ümmetinin babası durumunda oluyor ve bu bakımdan herkesin kızı onun öz
kızı gibi oluyor. Hz. Lût bu manada bütün kızların kendi kızları olduğunu
söylemiş olabilir. Ya da sadece kendi kızlarından bahsetmiş ola­bilir. Fakat her
iki durumda da onun şehvetten kuduran halka, “gelin bu kızlarla cinsel
açlığınızı giderin” dediği düşünülemez. Zira, “onlar sizin için daha temizdir”
demesi, bu ihtimali ortadan kaldırıyor. Hz. Lût’un söy­lemek istediği yalnızca
erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını tabiî ve meşru yol­larla gidermeye çalışmalarını
öğütlemekti. Bunun için kadın ve kızlar az değildi.

Yukarıdaki ayetlerde Lût kavminin ahlâksızlığı, iğrençliği ve
çirkinli­ği ortaya konmuştur. Bu kavim sadece doğal yollardan ayrılmamış, aynı
zamanda bu kötülüğe öylesine alışmıştı ki bütün ilgisi ve zevki bu kötü fi­ile
bağlanmış kalmıştı. Doğal yoldan tamamıyla ayrılmış, bu tarafa tenez­zül bile
etmiyordu, inançsızlıkları o kadar artmışa ki, bu doğal yolun kendileri için
tamamen kapalı olduğunu söylemekten de çekinmiyorlardı. Gerçek şu ki, bu,
ahlâksızlığın son haddiydi. Sadece nefsinin zaafı yüzün­den haram iş yapan bir
kişinin durumu farklıdır. Zira, o bir yanlışlık yapı­yor ve bu yanlışlığını
düzeltmek için çaba harcıyor. O daima helâl şeyler yapmaya, haramdan kaçmaya
çalışıyor. Böyle bir kişi doğru yola gelebilir ve günahı affedilebilir. Fakat
bir kişinin bütün düşüncesi ve hatta yaşantı­sı harama dayanır ve helâlin
kendisi için uygun olmadığını düşünürse, onun insan sayılmasına herhangi bir
sebep yoktur. O bir mikroptur ve an­cak lağım suyunda ve bataklıkta yaşayabilir.
İnsanlar arasında onun yeri yoktur. Bu tür mikroplar bir ailede tesadüfen
doğarsa, bunların haşerat ilâcıyla temizlenmesi gerekir.

“Şehir halkı birbirlerine müjdeleyerek geldiler. Lût: ‘Bunlar
benim misafirlerimdir, beni utandırmayın. Allah’tan korkun. Beni rezil etmeyin.’
dedi. Onlar: ‘Biz seni herkesi himaye etmekten menetmedik mi?’dediler. Lût,
‘eğer bir şey yapmak isterseniz iste kızlarım’ dedi. (Habibim) senin hayatın
hakkı için, Lût kavmi kendi sarhoşluklarında bir şey görmez ol­muşlardı.” (Hicr;
67-72)

Bu ayetlerden de, Lût kavminin ahlâkının ne kadar bozulduğu
ortaya çıkıyor. Şehrin bir mahallesinde bir kişinin evine güzel gençlerin
gelmesi, oraya cinsî sapık ve ahlâksızların hücum etmelerine yol açabiliyordu.
Şeh­vet ve şiddetli cinsî arzulardan gözleri dönmüş bu adamlar o eve saldırıp,
gelen güzel misafirlerle cinsi açlıklarını gidermek için açıkça talepte
bu­lunmaya cesaret edebiliyorlardı. Bütün mahallede, şehirde ve hatta
mem­lekette bu ahlâksızlığa karşı çıkacak ve insan kılığındaki hayvanlara dur
diyecek kimse yoktu. Herkesin duyguları, vicdanları ölmüştü. Hz. Lût (a.s.) gibi
temiz ve güzel ahlâk timsalinin evine bile sapıkların böyle hü­cum ettiği bir
ortamda diğer başka kimselerin iffet ve namusunun emni­yette olduğu
düşünülebilir mi?

13.6.3. Talmud’un
Açıklamaları

Talmud’da da Lût kavminin ahlâk bozukluğu ve sapıklığı hakkında
ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu bilgileri buraya özet şeklinde aktarıyoruz.
Bir defasında Aylâm’lı bir yolcu Lût kavminin memleketinden geçiyordu. Hava
kararınca mecburen Sodom’da konaklama gereğini duydu. Torbasın­da yiyecek,
içecek her şey vardı. Yatması için gerekli örtüsü de vardı. Bu sebeple kimsenin
evine gidip misafir olmak için kapısını çalmadı. Bir ağacın altında uzanıverdi.
Derken bir Sodom’lu oraya geldi onu istirahat ederken gördü ve evinde misafir
etmekte ısrar etti. Gece onu evinde misa­fir etti, ama sabah misafir henüz
uykuda iken katırı, eğeri ve bütün mallarını alıp kaçıverdi. Misafir kalkınca
soyulduğunu fark etti, dövünmeye başladı, herkese yalvardı ve hırsızın
bulunmasını istedi. Ama kasabalılar bu zavallı adama acımak bir yana, geriye
kalan bütün parası ve malını gaspedip sınırdışı ettiler.

Bir defasında Hz. İbrahim (a.s.)’in eşi Hz. Sare, Hz. Lût’un
ailesin­den haber almak üzere uşakları olan El-Ya’zer’i Sodom’a gönderdi.
El-Ya’zer Sodom şehrine girdiğinde bir Sodom’lunun bir yabancıyı dövmekte
olduğunu gördü. El-Ya’zer ona çok kızdı ve bir yabancıya ve yolcuya böyle bir
muamele yapmasını kınadı. Bunu der demez, El-Ya’zer’in etra­fında toplanan halk
bu sefer onu dövmeye başladı. El-Ya’zer canını zor kurtardı.

Bir defasında fakir bir kişi Sodom’a geldi. Açlıktan ölüyordu,
ama kimse ona yiyecek vermedi. Açlıktan bayılan bu kişiyi Hz. Lût’un kızı gördü
ve eve getirdi, karnını doyurdu. Bunu duyan Sodom’lular hem Hz. Lût’u, hem
kızını azarladılar ve bu gibi hareketleri bir daha yapmamaları­nı istediler.

Talmud’un yazarı bu gibi, diğer bazı olayları anlattıktan sonra
Sodom’luların günlük yaşantılarında son derece zâlim, acımasız, hilekâr ve
ahlâksız olduklarını belirtiyor. Herhangi bir yolcu Sodom’dan canı ve malı
emniyet içinde olarak geçemezdi. Hiçbir fakir, aç ve açıkta kalan bir kişi
Sodom’da barınamaz, karnını doyuramazdı. Pek çok defa, dışardan gelen fakir ve
aç yolcular bu şehirde öldüler. Sodomlular, ölüye saygı diye bir şey de
bilmiyorlardı. Ölülerin elbise ve üzerinde bulunan eşyalarını çalıp, çıplak
olarak toprağa gömerlerdi. Belde’nin yabancısı olan bir tüccar veya iş adamı
buraya tesadüfen geldiğinde her şeyini kaybederdi. Soyulan kişi­ler üzülürken
halk etrafında toplanarak onu alaya alırdı. Sodom’da bir de büyük park
yapılmıştı, ki birkaç kilometre uzunluğunda idi. Sodomlular bu parkta alenen
cinsi münasebette bulunur ve her türlü cinsi sapıklıkları yaparlardı.

13.6.4. Kur’ân-ı
Kerîm’in Az ve Öz İfadeleri

Talmud ile mukayese edildiğinde Sodom’luların durumunun Kur’ân-ı
Kerîm’de az ama öz bir şekilde anlatıldığını görürüz. Kur’ân-ı Kerîm’in bir
ayetinde şöyle denilmiştir: “Onlar eskisinden çok daha kötü şeyler
yapı­yorlardı.” Bir başka ayette şöyledir: “Siz erkeklerinizle nefsinizin
ihtiyaç­larını gideriyor, yolcuların yolunu kesiyor ve toplantılarınızda açıkça
sa­pıklıklar yapıyorsunuz.”

13.6.5.
Peygamber’in Davetine Tepki

Hz. Lût geçmişte olduğu gibi ümmetini Allah’a ve doğru yola
davet edince sert bir tepkiyle karşılaştı ve ümmeti kendisine şöyle dedi.

“Ey Lût bu sözlerine son vermezsen, bu memleketten
çıkarılanlardan olursun.” (Şuarâ; 167)

Sodom’lular demek istiyordu ki, Hz. Lût kendilerini uyarmasın,
yap­tıklarına karşı çıkmasın, çünkü eğer arzularının dışına çıkarsa, O’nun sonu
da geçmişte kendilerini uyaranlardan farklı olmayacaktır ve sürgüne
gön­derilecektir.

A’râf ve Neml sûrelerinde belirtildiği gibi, Sodom’lu sapıklar
Hz. Lût’a böyle bir ikazda bulunmadan önce zaten O’nu, ailesi ile beraber
ül­kenin sınırlarının dışına çıkarmaya karar vermişlerdi. Şu ayete bakınız.

“Lût ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizliğe
gayret eden insanlardır.” (Neml; 56)

13.6.6.
Meleklerin Gelişi

“Elçilerimiz İbrahim’e müjde ile geldiklerinde. ‘Diz, bu
memleket hal­kını helâk edeceğiz. Çünkü onlar zâlim oldu’ dediler.” (Ankebût;
31)

Hz. Lût (a.s.)’a azab-ı ilâhî ile gönderilen melekler ilk önce
Hz. İbra­him’e vardılar ve kendisine Hz. İshâk ve sonra Hz. Yakub’un
doğacakları­nı müjdelediler ve daha sonra Hz. Lût’un kavmini helâk edeceklerini
söy­lediler.

“İbrahim: ‘Onların içinde Lût da vardır,'” dedi.

Bir kerre, Hz. İbrahim melekleri insan kılığında görünce korktu,
çün­kü meleklerin insan kılığında olmaları bir tehlike işaretiydi. Fakat insan
kendisine doğacak evlâtları hakkında müjde verince o da Allah’ın azâbının Lût
kavmine yönelik olduğunu öğrenip biraz rahatladı, ama bu kavmin bağışlanması
için ısrarla yalvardı. Ne var ki, Hz. İbrahim’in yalva­rışları kabul edilmedi,
iş işten geçmişti. Bu hususta bir şey söyleme imkânının bulunmadığı, Allah’ın
hükmünün verilmiş olduğu ve bunun ge­ri alınamayacağı belirtildi. Bu cevaptan
sonra, Lût ve ailesi hakkında en­dişelenmeye başladı ve dolayısıyla endişesini
yukarıdaki biçimde dile getirdi. Yani bu azaptan Lût ve ailesinin kurtulmaları
gerektiğim söyledi. Bunun üzerine meleklerin cevabı şu oldu.

“Biz orada kimlerin olduğunu daha iyi biliriz. O’nu da ehlini de
kur­taracağız. Yalnız geride kalacaklardan olan karısı hariç.” (Ankebût; 32)

Tahrîm sûresi (10. ayet)’ne bakılırsa, yukarıda adı geçen kadın
Hz. Lût’a sadık değildi. Bu sebeple, bir peygamberin karısı olmasına rağmen
diğer mel’un ve mağdublar ile birlikte helâk olmasına karar verilmişti. Kuvvetli
ihtimal şu ki, Hz. Lût Ürdün’e hicret ettikten sonra yeni ülkede yerleşince
Sodomlulardan birinin kızıyla evlenmiştir. Fakat bu kadın uzun süre Hz. Lût’un
zevcesi olmasına rağmen kendisine iman edememiş ve bütün fikir ve düşünceleriyle
kendi milletine bağlı kalmıştır. Bilindiği gibi Allah katında kan akrabalığı ve
benzeri ilişkilerin hiçbir önemi yoktur. Herkes kendi iman ve ahlâkına göre
Allah’ın mahkemesinde yargılanmak­ta, cezalandırılmakta veya
ödüllendirilmektedir. Bu itibarla, bu kadının, kâfir olarak kalması, kocasının
peygamber olmasına râğmen, felaketine yol açmıştır.

13.6.7. Hz.
Lût’un Endişe ve Telâşı

“Elçilerimiz Lût’un yanına gelince bu O’na güç geldi. Onlar
yüzün­den çok kederlenip tâkatı kesildi.” (Ankebût; 33)

Hz. Lût’un birden bire telaşlanmasının sebebi, meleklerin çok
güzel delikanlılar şeklinde gelmeleriydi. Hz. Lût kendi ümmetinin kötü huyu,
sapıklığı ve eşcinsel eğiliminden haberdardı ve biliyordu ki bu güzel gençler
mutlaka halkın dikkatini çekeceklerdi. Sapık kişilerin kendilerine kötü niyetle
yaklaşmalarını önlemek için aklına bir şey gelmedi. Onları ne yapacağını, nasıl
saklayacağını bilemedi. Bu yerde, misafir idiler ve onları evinden kovmasına
gönlü razı olmuyordu. Bu hem uygun olmayacaktı, hem de daha tehlikeli idi; zira,
akşam olmuştu, geceyi dışarıda geçirmeleri halinde, kendilerini kurtarmaları ve
namuslarını korumaları daha da güç­leşecekti. Böylece, Hz. Lût onları kendi
eliyle aç kurtlara yem olarak ver­miş olacaktı.

Hûd sûresinde belirtildiği gibi, halkın Hz. Lût’un evine hücum
ettiği ve misafirlerini koruma imkânının hiç bulunmadığı bir sırada Hz. Lût
ça­resizlik içinde bağırıverdi: “Ah keşke, bende size karşı gelecek bir kuvvet
bulunsa yahut kuvvetli bir yere dayansam” (Ayet; 80) Bunun üzerine me­lekler
dedi ki, “Ey Lût, Biz Rabbinin elçileriyiz. Kavmin sana katiyyen dokunamaz.”
(Ayet; 81). Bundan sonra Ankebût suresinde şöyle buyrulmuştur:

“Korkma ve kederlenme.” (Âyet; 33)

Bu sözler, Hz. Lût’a gelen meleklerindir. Yani, melekler Lût’a
demek istiyorlardı ki, “bizim namus ve emniyetimizin nasıl korunacağı konusun­da
tasalanma. Bunlar bize bir şey yapamazlar.” Bu sözlerden sonra melek­ler,
kendilerinin insan değil, melek olduklarını itiraf ettiler. Melekler as­lında
kılık değiştirerek Sodomluları imtihan etmeğe ve nihayet helâk et­meğe
geldiklerini açıkladılar.

Hz. Lût (a.s.) ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan kıssaya
göre melek­ler genç ve yakışıklı birer delikanlı hüviyetiyle Sodom’a gelmişlerdi
ve Hz. Lût ilk önce onların melek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple endişe duyması
ve telaşlanması gayet doğaldı.

Bu gençlerin Hz. Lût’un evine misafir olarak geldiğini duyan
Sodomlular derhal evine hücum ettiler ve onlara sahip olmak istediler. Şehvetten
gözleri dönmüş bu İnsanlar dur durak bilmiyorlardı. Hatta onlara tecavüze bile
kalkıştılar. Bunun üzerine Hz. Lût kendilerinin Allah’tan korkmalarını istedi.
Onların kendi evine misafir geldiklerini, namuslarını koruma vazi­fesinin
kendisine ait olduğunu söyledi. Sonra kızlarının kendileri için da­ha temiz
olduğunu belirterek evlerine dönmeleri için yalvardı. Fakat bu hain ve ahlâksız
kişiler söz dinlemez olmuşlardı. Onlar kızlara meyil et­mediklerini, gayelerinin
genç delikanlılara sahip olmak olduğunu utanma­dan söylediler (Hûd; 78-79)

“Gerçekten O’nun misafirlerine kötülük kastetmişlerdir. Biz de
onla­rın gözlerini kör ediverdik. Onlara, ‘azabımı ve tehditlerimi tadın
(buyur­duk)” (Kamer; 37)

Hz. Lût (a.s.), rica etti, yalvardı, “Allah rızası için bu işten
vazgeçin, ne isterseniz, yaparım” dedi. Ama nafile. Onların kulağı sağır
olmuştu. Eve girdiler ve misafirleri zorla dışarıya çıkarmak istediler, işte tam
bu sı­rada gözleri Allah tarafından kör edildi. Melekler de Hz. Lût ve
ailesinden derhal evi ve şehri terk etmelerini istediler. Arkalarına
bakmaksızın, sabah olmadan memleket hudutlarının dışına çıkmalarını öğütlediler.
Hz. Lût ailesiyle beraber şehri terk eder etmez Sodomlulara veya Ürdün’lülere
büyük bir azab indi.

İncil’de azâbın ayrıntıları şöyledir: “Ve onlar o erkeğe, yani
Lut’a hü­cum ettiler ve kapıları kırmak için evine yanaştılar. Fakat o erkekler,
yani melekler, ellerini uzatarak Lût’u evin içine çektiler. Kapıyı kilitlediler
ve evin kapısında bulunan erkeklerin küçük büyük hepsinin gözlerini kor
et­tiler. Bu yüzden kapıda toplanan erkekler bir türlü kapıyı bulamadılar.”
(Doğum, XIX: 9-11).

“Onlar: ‘Biz günahkâr bir kavme gönderildik’ dediler. Onların
üzeri­ne balçıktan taşlar atmak için. Ki o taşların her birinin üzeri, Rabbi
tara­fından, haddi aşanlara mahsus olarak işaretlidir.” (Zâriyat; 32-34)

Sanki Allah, her taşa, damgasını vurmuştu ve bu taşların
vazifesi adamları takip edip helâk etmekti.

13.6.8. Azâb’ın
Gelişi

“Emrimiz geldiğinde altlarını üstlerine getirdik. Balçıktan
pişirilmiş ufak taşları üstlerine yağdırdık. Bunlar Rabbin tarafından
damgalanmışlardı. Böyle azap zalimlerden uzak olmaz.” (Hûd; 82-83)

“Onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, uyarılmayı kabul
et­meyenlerin yağmuru ne fenadır.” (Şuarâ; 173)

Azap muhtemelen bir yanardağın patlaması ve şiddetli bir deprem
şeklinde geldi. Deprem, Sodomluları ve Ürdünlüleri yerle bir etti. Yanar­dağın
patlaması yüzünden de sıcak ve yanan taşlar yağdı. Burada balçık­tan pişirilmiş
taşlardan, volkanın bünyesindeki buhar ve kaynayan madde­lerin karışımıyla
ortaya çıkan lav ve taşlar kastedilmiş olsa gerek. Nitekim bu deprem ve volkanik
patlamanın belirtileri hâlâ Lût gölünün çevresinde bulunmaktadır.

“Fakat orada, Müslümanlardan, bir haneden başkasını bulamadık.”
(Zâriyât; 36)

Bütün ülkede ve millette İslâm ve imanın nuruyla aydınlanmış
olan tek bir ev vardı, o da Hz. Lût (a.s.)’undu. Diğer herkes fısk ve fücura
yakalanmıştı. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah sadece o ev ve onun
sakin­lerini kurtardı ve diğerlerine büyük azâbını göndererek onların varlığını
temelden sildi.

13.6.9. Olayın
Ayrıntıları

Lût kavmine gelen ilâhî azâbın ayrıntıları İncil’de, eski
Elence, ve Lâtince eserlerde vardır. Ayrıca zamanımızda yapılan çeşitli tarihî,
arkeo­lojik ve jeolojik araştırma ve incelemeler bu olaya ışık tutmaktadır.
Bun­ların özelini aşağıda sunuyoruz.

Lût Gölü veya Ölü Deniz’in güneyinde ve doğusunda bugün
tama­mıyla ıssız kalan bölgelerde birçok eski yerleşim merkezlerinin kalıntıları
ve izleri vardır. Bunlardan, bu bölgenin vaktiyle hayli kalabalık bir nüfusa
sahip olduğu anlaşılıyor. Halbuki, bu bölge bu kadar bir insan kitlesini cezp
edecek fiziksel güzelliğe haiz değildir. Ağaçlar, yeşil sahalar veya su­lu
yerler çok azdır. Arkeologlara göre, bu bölge gelişme ve refahının en yüksek
düzeyine M.Ö. 2300 ilâ M.Ö. 1900 dönemi arasında erişmiştir. Tarihçiler ise Hz.
İbrahim (a.s.)’in M.Ö. 2000 civarında yaşamış olduğunu tahmin ediyorlar. Bu
bakımdan, bu bölgenin en iyi dönemini Hz. İbrahim ile yeğeni Hz. Lût devrinde
yaşadığını kabul edebiliriz.

Ürdün’ün, nüfusu en çok ve her tarafı yemyeşil olan bölgesi,
İncil’de Sodom adıyla geçen vadiydi. Nitekim, bu konuda İncil’de şu satırlara
rast­lıyoruz. “Cenab-ı Allah, Sodom ile Gomore’yi mahvetmeden önce bura­lar Bağ
(Aden) ve Mısır gibi mamur bölgeler idi.” (Doğum XIII, 10). Bugünkü arkeolog ve
bilim adamlarına göre bu mamur ve yemyeşil böl­ge, Ölü Deniz’e gömülmüştür.
Arkeolog ve bilim adamlarının bu netice­ye varmaları için bazı sebepler vardır.
Araştırmalar göstermiştir ki eski çağlarda Ölü Deniz veya Lût Gölü, güney
tarafında bugünkü kadar ge­niş değildi. Ürdün’ün El-Kürk kasabasının karşısında
batıda bu gölde, “El-Lissan” adında küçük bir yarımada vardır. Tahminlere göre,
eski çağ­larda Ölü Deniz’in sınırları buraya kadardı. Bunun güneyindeki gölün
bir bölümü yemyeşil vadi idi. Bu vadide Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinin
yanı sıra Gomore, Adma, Sanbuyem ve Zogr kentleri de vardı. M.Ö. 2000 yıllarında
şiddetli bir deprem bu vadinin çökmesine ve üstü­ne Ölü Deniz veya Lût Gölünün
sularının dolmasına yol açtı. Nitekim, bugün dahi buraları, gölün en alçak
yeridir. Roma devrinde ise buralar­da gölün derinliği o kadar azdı ki, İnsanlar
El-Lissan’dan batı yakasına kadar yürüyerek geçebiliyorlardı. O zamana kadar
güney yakası boyunca gömülen orman ve sazlıklar açıkça görülebiliyordu. Hatla
buralardan geçenler göle bazı binaların girmiş olabileceğinin işaretlerini
görebiliyor­lardı.

İncil’den, eski Elence ve Lâtince eserlerden bu bölgede yer yer
petrol ve asfalt (maden zifti) kuyularının bulunduğu anlaşılıyor. Bazı yerlerden
tabii gaz da çıkardı. Jeologlar bugün de bu bölgenin yeraltı kaynakları arasında
petrol ve gazın başta geldiğini belirtiyorlar. Jeolog ve deprem uz­manlarının
bulgularına göre şiddetli yer sarsıntıları yüzünden petrol, ma­den zifti ve gaz
patlayarak etrafa yayıldılar. İncil’in ifadesine göre, Ürdün ve Sodom’un büyük
bir felakete uğradığı haberini aldıktan sonra Habron’dan bölgeye gelen Hz.
İbrahim (a.s.) buradan, tıpkı bir fırından çıkan dumanlar gibi duman çıktığını
gördü. (Doğum, XIX, ayet: 28).

Kur’ân-ı Kerîm’de Lût kavminin Allah’ın gazap ve azabına
uğradığı memleketin, açık bir alamet veya işaret olarak bırakıldığı
buyurulmuştur. Bu açık işaretlen Ölü Deniz veya Lût gölünün kastedildiği
anlaşılıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Mekke’li kâfirlerin bu açık işaretten ders
almaları isten­miştir:

“İşte bunda, feraset ehline ibret ve kudretimize delâlet vardır,
O yer­ler yolun üzerindedir. Bunda mü’minler için ibretler vardır.” (Hicr;
75-77)

“Elbette siz sabahları onların yerlerine uğrarsınız. Geceleyin
de uğ­rarsınız. Halâ akıllanmaz mısınız?” (Sâffât; 137-138)

13.6.10. Son
Buluşlar

Çağımızda, Ölü Deniz veya Lût Gölü’nün güney kısmının, şiddetli
bir zelzele sonucu yerin çökmesiyle ortaya çıktığı ittifakla kabul ediliyor.
Çö­ken kısmın, Ürdün memleketinin bir bölümüne ait olduğu ve bunun bir şehrinin
Sodom olduğu da çoğunlukla kabul ediliyor. Gölün güney kıs­mında suların altında
bazı yerleşim merkezlerinin kalıntılarına rastlanmış­tır. Son zamanlarda
dalgıçlar bu bölgeye dalarak tarihi kalıntıları bulmaya teşebbüs etmişlerdir.
Fakat bu hususta henüz müsbet bir netice elde edil­memiştir.

“Ve orada, elemli azaptan korkanlar için (Allah’ın kudretine
delâlet eden) alâmet de bıraktık…” (Zâriyât; 37)

Burada bahsedilen alâmet, Lût Gölünün güney kısmıdır ki, bugün
de büyük bir medeniyete mezar olduğunun hikâyesini dile getirmektedir.
Ar­keologlara göre şiddetli deprem, Lût kavminin önde gelen şehirlerinin
çökmesine, üstlerine de gölün suyunun gelmesine yol açmıştır. El-Lissan adlı
küçük yarımadanın güneyindeki bölümün sonradan ortaya çıktığı da derhal
anlaşılıyor. 1965’te Amerikalı arkeologlardan oluşan bir ekip, kazı­lar
sırasında, El-Lissan yarımadasında büyük bir mezarlığı ortaya çıkar­mıştır. Bu
mezarlıkta 20 binden fazla mezarın bulunduğu tesbit edilmiştir. Bundan, yakın
bir yerde büyük bir şehrin bulunduğu tahmini kuvvet ka­zanmıştır. Bu buluş
ayrıca, söz konusu şehrin yere battığı tezini de güç­lendiriyor. Çünkü görünürde
zamanımızda bu bölgede başka kalabalık herhangi bir yerleşim bölgesi yoktur. Lût
gölünün güney kısmında büyük bir felaketin belirtileri de, büyük kara lekeleri,
yanmış taşlar soğumuş lav­lar, petrol, mazot ve tabii gaz kalıntıları şeklinde
de bulunuyor. İnsan bu­rada bir gün kıyametin koptuğunu anlıyor.

13.7. SABÂ (SEBE’) HALKI

13.7.1. Sabâ
(Sebe’) Halkının Yaşadığı Bölge

Sabâ’lılar Güney Arabistan’da ticaretle uğraşan bir millettiler.
Sabâ ül­kesinin merkezi, bugün Güney Yemen’in başkenti olan San’a’nın 55 mil
kuzey-doğusunda bulunan Mârib idi. Sabâ memleketinin gelişme ve refah devri,
Ma’yîn saltanatının çöküşünden sonra takriben M.Ö. 1100’de başla­dı ve Sabahlar
tam bin yıl bütün Arap yarımadasında egemenlik kurdular. M.Ö. 115’de Güney
Arabistan’ın Himyer adlı başka bir kavmi onların ye­rine geçti. Bu kavim
Arabistan’da Yemen, Hadramut ve Afrika’da Habe­şistan’a kadar hakimiyetini
kurdu.

13.7.2. Tanınmış
ve Çalışkan Bir Millet

Sabâ halkı çalışkan olup çevredeki bütün memleketlerde
tanınıyordu. Doğu Afrika, Hindistan, Uzak Doğu ve bizzat Arabistan’dan Mısır’a,
Suri­ye’ye, Yunanistan’a ve Roma’ya kadar uzanan ticari bağlantılarda
Sabâ’lıların rolü büyüktü. Hatta bu uzun ve büyük ticaret yolunun Sabâ’lıların
elinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sebepten dolayıdır ki, bu ulus, ser­veti,
malı ve mülkü bakımından ün kazanmıştı. O kadar ki, Yunan tarihçi­leri
Sabahların, dünyanın en zengin milleti olduğunu söylüyorlardı. Tica­retin yanı
sıra ziraat ve çiftçilik de Sabâ topluluğunun refahında büyük rol oynuyordu.
Sabâ ülkesinde birçok yerde barajlar kurulmuş ve geniş bir sulama sistemi
meydana getirilmişti. Bereket, tabii güzellik ve yeşil saha­lar yüzünden bir
cennete çevrilmişti. Yunan tarihçileri bu memleketin ta­bii güzelliği,
manzaraları ve refahının kasidesini yazmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Sebe’
sûresinin ikinci rükûsunda da Sebe’nin mamur ve müreffeh bir belde olduğu dile
getirilmiştir.

“Doğrusu Sebe’ kavminin meskenlerinde (Cenab-ı Hakkın kudretine
delâlet eden) bir ibret vardır. Her ev sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi.
Onlara (Peygamberleri): Rabbinizin rızkından yeyin. Ve ‘Ona şükre­din.
(Memleketiniz) çok güzel bir beldededir. Rabbiniz de Gafûr’dur.'” demişti.”
(Sebe; 15)

Tarihe bakılırsa, Sabâ veya Sebe’, Güney Arabistan’ın gelmiş
geçmiş en büyük kavminin adıdır. Bu kavim bazı büyük aşiretlerden müteşekkil­di.
İmam Ahmed, İbn-i Cerîr, İbn Ebî Hâtim İbn-i Abd-il Berr ve Tirmizî’nin, Hz.
Peygamber (a.s.)’e dayanarak naklettiklerine göre, Sabâ (Sebe’) mümtaz bir Arap
şahsiyetiydi. Bu şahsın soyundan Arabistan’ın şu kabile­leri meydana geldi:
Kinde, Himyer, Ezd Eş’ariyyin, Mezhic, Emmâr (ki bunun iki kolu vardı: Has’um ve
Becîle), Âmile, Cüzam, Lahm ve Gassân.

Çok eski çağlardan beri Arap dünyasında bu ulusun adı herkesin
di­linde idi. M.Ö. 2400 yıllarına ait olan Ur şehrinin kalıntılarından çıkarılan
kitabelerde bu kavmin adı “Sabum” olarak geçmektedir. Daha sonraki de­virlere
ait olan ve Babil ile Asur yazıtlarında ve İncil’de de bu kavimden sık sık
bahsedilmiştir. (Meselâ bk: Zebûr, 72:15, Yeremya, 6:20, Hezakiel, 27:32 ve
38:13, Eyyûb, 6:19). Yunanlı ve Romalı tarihçiler ile coğraf­yacı, Theofrastus
(M.Ö.: 288), M.Ö. birkaç yüzyıldan başlayarak M.S. birkaç yüzyıla kadar Saba
(Sebe’) halkından sürekli olarak bahsetmişler­dir. Saba’lıların yaşadığı bölge,
bugün Kuzey ve Güney Yemen olarak bi­linen Arabistan’ın güneybatı kesimiydi.
M.Ö. 1100’de şöhreti her tarafa yayılmaya başlayan bu millet, Hz. Davud (a.s.)
ve Hz. Süleyman (a.s.) dö­neminde en zengin ulus olarak şan ve şöhretinin
doruğuna ulaşmıştı.

13.7.3. Sabâ
(Sebe’) Kavminin Dini Tarihi

Sabâ kavmi ilk önce güneşe tapardı.[14]
Daha sonra, Sabâ Melikesi, Hz. Süleyman’a (M.Ö. 965-926) iman edince Sabahların
çoğu müslüman oldu. Fakat daha sonra nedense bunlar tekrar cehalete ve dalâlete
sürük­lendi ve her tarafa şirk ve putperestlik yayıldı. Sabâ’lıların bu dönemin
ön­de gelen putları, El-Maka (Ay tanrısı), Astar (Venüs), Güneş tanrıçası,
Hobus, Hürmetem, Harimat vs. idiler. El-Maka, Sabâ kavminin en büyük tanrısıydı.
Sabâ’lı hükümdarlar, işte bu tanrının naibi sıfatıyla, halkın ken­dilerine itaat
etmelerini isterlerdi. Yemen’den çıkarılan kitabelerden, bü­tün ülkede çeşitli
tanrılar, özellikle El-Maka’nın putları ve tapınakları bu­lunduğu ve önemli
günlerde halkın bunlara taptığı ve dini tören düzenle­diği anlaşılıyor.[15]

Günümüzde birçok arkeolog ve tarihçi Yemen’de üç binden fazla
ki­tabe bulmuşlardır. Bu kitabeler Sabâ kavmi ve yaşadığı dönemle ilgili
kıymetli bilgileri ihtiva etmektedirler. Ayrıca, Arap geleneklerinden, Yunanca
ve Latince tarih kitaplarından Sabâ halkı ve ülkesi hakkında geniş bilgiler elde
etmek mümkündür. Bu kaynaklardan Sabâ halkının tarihi şöyle özetlenebilir.

13.7.4. M.Ö.
650’den Önceki Dönem

Bu dönemde Saba veya Sebe’ hükümdarlarının unvânı, “Saba
Mukarribi”ydi. Öyle sanılıyor ki, bu kelime Arapça “Mukarrib” ile eş anlamda
idi. Yani kral ve hükümdarlar kendilerini, Tanrı’nın yakını olarak
gösterir­lerdi. Bu hükümdarlar kendilerini Tanrı ve kullar arasında bir vasıta
sayı­yorlardı veya başka bir deyimle Kâhin Hükümdar idiler. Bu dönemde Sa­ba
memleketinin merkezi Servâh idi, ki bunun kalıntıları bugün Mârib’in batısında
bir günlük mesafededir ve Harîbe olarak bilinmektedir. Aynı dö­nemde Mârib liman
şehrinin temeli atıldı ve çeşitli hükümdarlar bu liman ve şehri genişlettiler.

13.7.5. M.Ö. 650
ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem

Bu dönemde. Sabâ hükümdarı, “Mukarrib” lakabını terk edip, Melik
(padişah veya kral) unvanını kabul ettiler. Demek ki, bu dönemde din aşı­rı
etkisini kaybetmiş ve hükümdarlar daha çok lâik bir siyaset izlemişler­dir. Aynı
dönemde hükümdarlar Servâh yerine Mârib’i saltanat merkezi olarak seçtiler ve
burayı görülmemiş şekilde büyütüp geliştirdiler. Bu yer, denizden 1300 metre
yükseklikte San’a’nın 55 mil kuzeyindedir ve bugün dahi bu şehrin kalıntıları,
burasının uygar ve gelişmiş bir ulusun merkezi olduğunu göstermektedir.

13.7.6. M.Ö. 115
ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem

Himyeriler bu dönemde Sabâ memleketine hâkim olmuşlardır.
As­lında Himyer, Saba kavminin bir kabilesiydi ve insan gücü bakımından diğer
bütün kabilelerden üstündü. Bu devirde, Mârib kenti tahrip ve yağ­ma edilerek
Redyân, Himyer saltanatının merkezi haline getirildi, ki son­radan Zafâr adıyla
meşhur oldu. Bu şehrin kalıntıları bugün Güney Ye­men’in Yeryim kenti
yakınlarında bir tepede bulunmaktadır. Buraya yakın bir yerde Himyer adında
küçük bir kabile yaşamaktadır. Bu kabileyi gö­ren bir kişi, bunların bir
zamanlar büyük bir krallık kurduğuna inanamaz. Söz konusu devirde “Yemnet” ve
“Yemnât” kelimeleri ilk defa kullanıl­maya ve yavaş yavaş bütün Arabistan’da
duyulmaya başlandı. Bu kelime­nin daha sonra ” Yemen”e dönüştüğü kuvvetli bir
ihtimaldir. Bu, Sabahla­rın çöküş ve sükût devresidir.

13.7.7. M.S.
300’den İslâmiyet’in Doğuşuna Kadar Olan Dönem

Bu, Saba halkının dağılıp yok olması dönemidir. Bu dönemde
Ye­men’in her tarafında kavga, çatışma ve huzursuzluklar vardı. Yabancı
mil­letler bu bölgeye sızmaya ve müdahale etmeye başladılar. Ticaret zede­lendi.
Ziraat ve çiftçilik para etmez oldu. Ve nihayet. Sabahların bağım­sızlığı ve
egemenliği ortadan kalktı. Önce Habeşliler; Reydânî, Himyeri ve Hamedanîlerin
aralarındaki kavga ve çekişmeden istifade ederek M.S. 340’tan 378’e kadar
Yemen’e hakim oldular. Bundan sonra Sabâ’lılar tek­rar özgürlük ve
bağımsızlıklarına kavuştularsa da Mârib’in meşhur bara­jında gedikler açılmaya
başladı, ve nihayet 450-451 yıllarında baraj tama­mıyla yıkıldı ve bunun
neticesinde öyle korkunç bir sel felâketi geldi ki, Kur’ân-ı Kerim’e bile geçti.
(Bk: Sebe’ suresi). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine kadar bu barajın tamiri
devam etti. Fakat bir kerre dağılan nüfus toparlanamadı. Ayrıca, sulama
tesisleri, şebekesi ve ziraatı öylesine ağır darbeler yedi ki bunlar tekrar
raylarına konamadı.[16]

M.S. 523’de Yemen’in Yahudi kralı Zünvâs, Necran bölgesinin
Hıristiyanlarına büyük zulüm yaptı. Bu olay, Kur’ân-ı Kerîm’de Eshâb-ul Uhdûd
adıyla geçmiştir. Hıristiyanlara yapılan bu mezalimin intikamını almak üzere
Habeşistan’ın Hıristiyan saltanatı Yemen’e saldırdı ve bütün ülkeyi fethetti.
Daha sonra Yemen’in Habeşli valisi Ebrehe M.S. 570-71’de (Hz. Peygamber’in
doğuşundan ancak birkaç gün önce) Mekke’ye yürüdü ve Kâbe’yi yerle bir etmek
istedi. Ancak Ebrehe kötü emeline ulaşamadı ve ordusu büyük bir bozguna uğradı.
Bu vaka Kur’ân-ı Kerîm’de Eshâb-ı Fil adıyla anlatılmıştır. Nihayet, M.S. 575’de
Persliler (İranlılar) Yemen’e hâkim oldular ve M.S. 628’de İranlı vali Bâzân’ın
İslâmiyeti kabul etme­siyle, Sabahlar tamamıyla tarihe karışmış oldular.

13.7.8. Sabâ
(Sebe’) Kavminin Maddi Yükselişi

Saba veya Sebe’ kavminin yükselişi ve şöhretinin iki başlıca
kaynak­ları vardı: Ziraat ve Ticaret. Sabahlar ziraat’ı eski çağlarda eşi
görülmemiş bir şekilde geliştirdiler. Bunu elde etmek için müthiş bir sulama
sistemi oluşturdular. Bu öyle bir mükemmel sistemdi ki, bunun örneği ancak eski
Babil’de görülebilirdi. Yemen’de nehir veya su kaynaklarının sayısı çok azdı.
Yağmur yağınca dağlardan akan sular kanallar haline getirilir ve üzerine
barajlar inşa edilirdi. Bu şekilde meydana getirilen göllerden ka­nallar
çıkarılarak kuru topraklar sulanır ve bereketli araziler haline getiri­lirdi.
Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi bu sulama sistemi sayesinde Yemen’in her tarafı
bağ ve bahçeler haline gelmişti. Bu muazzam sulama şebekesi­nin merkezi Mârib
şehri yakınlarında Balk dağının eteğinde inşa edilen barajdı. Fakat bu kavim
Cenâb-ı Allah’a isyanda ileri gidince beşinci yüz­yılın ortalarında bu barajda
büyük delikler açıldı ve bilâhare barajın tama­mıyla çökmesi neticesinde meydana
gelen korkunç su baskını yoldaki di­ğer bütün küçük büyük bent ve barajları
yıkıp yok etti. Böylece ülkenin o güzelim sulama sistemi mahvoldu ve aynı
zamanda büyük can ve mal kaybı meydana geldi.

Ticaret için ise Yemenliler veya başka bir deyimle Sahalılar
biçilmiş bir kaftandı. Cenâb-ı Allah kendilerine seyahat ve ticaret yolunun tam
or­tasında bir mevki ve ayrıca ticaretle uğraşmak için gereken kabiliyeti de
ihsan etmişti. Sabâ’lılar da bundan oldukça istifade ettiler. Nitekim tanı bin
yıl bu millet Doğu ile Batı arasında ticaretin odağını teşkil etti. Yemen
limanlarına bir yandan Çin ipeği, Endonezya ve Malabar baharatı, Hindis­tan’dan
kumaş ve kılıçlar, Kuzey Afrika’dan zenci köleler, maymun, deve kuşu tüyleri ve
fildişi gelirdi ve diğer yandan bu kıymetli mallar buralar­dan Mısır ve Suriye
pazarlarına gönderilirdi. Mısır ve Suriye’den de Yu­nanistan’a ve Roma’ya kadar
giderdi. Ayrıca, Yemen ve çevresinde de ûd, sandal ağacı, amber, misk, sülfer
v.s. gibi kokulu ağaç, bitki ve maddeler yetişirdi ki, bunlar da iyi para
getirirdi ve Suriye, Mısır, Yunanistan ve Roma’da iyi alıcılar bulurdu.

Sabâ’lıların hâkim olduğu ticaret yolu hem karadan hem denizden
ge­çerdi. Deniz ticaret yolu yukarıda belirttiğimiz gibi bin yıl kadar
Sabâ’lıla­rın ellerinde kaldı. Çünkü, Kızıldeniz’in iklimini, hava şartlarındaki
âni değişiklikleri, su altındaki kayaları ve gemilerin demirlenecek liman ve
yerlerini yalnız kendileri belirlerdi ve başka uluslar bunları pek iyi
bil­mezlerdi. Sabâ’lılar bu güç, çetin ve tehlikelerle dolu deniz yoluyla
malla­rını Suriye ve Mısır limanlarına ulaştırırlardı. Kara ticaret yolları ise
Aden ve Hadramût’tan geçerek Mârib’te birleşirdi ve buradan bir yol
Mekke-Cidde-Medine, El-Ulâ Tebûk ve Eyle’den Petra’ya kadar uzanırdı. Bir baş­ka
yol Mısır’a, yine başka bir yol Suriye’ye kadar giderdi. Kur’ân-ı Ke­rîm’de
belirtildiği gibi Yemen sınırından Suriye’ye kadarki yolda Sabâ’lı­ların çeşitli
yerleşim bölgeleri vardı ve gece gündüz ticaret kafileleri ge­çerdi. Bu yerleşim
bölgelerinin kalıntıları hala bulunuyor ve buralardan çok sayıda Saba ve Himyer
dilinde yazılmış kitabeler çıkarılmıştır.

13.7.9. Ticarette
Çöküşün Başlaması

M.S. Birinci yüzyılda bu ticaret çöküş devresine girdi. Bu
zamana ka­dar Ortadoğu’da pek çok ülke Romalılar ile Yunanlıların egemenliğine
girmişti ve artık Batılılar, ticareti Arap’ların ve özellikle Sahalıların
teke­linden çıkarmak istediler. Onlara göre Arap tüccarlar, durumu istismar
ediyor ve mallar için keyiflerine göre fiyat istiyorlardı. Bundan kurtulmak için
bizzat kendilerinin bu sahada söz sahibi olmaları gerekiyordu. Bu maksatla,
evvelâ Mısır’ın Yunan asıllı hükümdarı, II. Betlimus (M.Ö. 285-246), 1700 sene
evvel, Fir’avun Sosositeris’in Nil nehrini Kızıldeniz’e bağ­lamak üzere kazdığı
kanalı yeniden açtı. Böylece, ilk Mısır ticaret filosu bu kanaldan Kızıldeniz’e
indi. Fakat Mısırlıların bu hareketi, Sabâ’lılara karşı pek başarılı olamadı.
Daha sonra Mısır’a Romalılar hâkim olunca dâha güçlü bir ticaret filosu
Kızıldeniz’e indirildi. Bu filonun arkasında da güçlü bir donanma vardı.
Sabâ’lılar buna karşı koyacak durumda değiller­di. Bundan sonra Romalılar
Kzıldeniz sahil şeridinde ve Arap yarımada­sının güney sahili boyunca muhtelif
liman ve tersaneler inşa ettiler ve bu limanların etrafında Romalı yerleşim
merkezleri de kuruldu. Buralarda gelen ve giden bütün gemilerin tüm
ihtiyaçlarını karşılayacak teknik im­kânlar vardı. Ayrıca, çoğu yerlerde askeri
birlikler görevlendirilirdi. Hatta öyle bir zaman geldi ki Aden tamamıyla
Romalıların eline geçti. Bu ara­da, Romalı ve Habeşli yöneticilerle onlara bağlı
devletçikler de, gelen ya­bancılarla işbirliği yaparak Sabahların hâkimiyetine
ve hatta hürriyetleri­ne son verdiler.

Deniz ticaret yolunun Sebe’lilerin elinden çıkmasından sonra
sadece kara ticaret yolu geçim kaynakları olmuştu. Fakat çeşitli sebeplerden
do­layı bu geçim kaynakları da ellerinden çıktı. İlk önce Nebtîler, Petra’dan
El-Ulâ’ya kadar uzanan yukarı Hicâz ve Ürdün’den bütün Sebe’lileri ihraç
ettiler. Dalla sonra, M.S. 106’da Romalılar Nebtî’lerin hakimiyetine son vererek
Hicaz’ın sınırlarına kadar olan Suriye ve Ürdün’ün tümünü ele ge­çirdiler. Daha
sonra, Romalılar ile Habeşliler aralarında işbirliği yaparak Sebe’lilerin
ticaretteki son etkinliğini de ortadan kaldırmak amacıyla çeşit­li yollara
başvurdular. Nitekim bu dönemde Habeşliler Yemen’e sürekli olarak saldırılar
düzenlemek suretiyle ekonomi ve dolayısıyla ticaretin be­lini kırdılar ve en
nihayet, bu bölgeyi kendi topraklarına kattılar.

13.7.10. Allah’ın
Azabından Önceki İsrafa Dayalı Medeniyet

Görüldüğü gibi, Allah’ın gazabıyla, bir zamanlarda şöhret ve
ikbalin zirvesinde bulunan bir millet birden bire karanlığa gömülüverdi. Aynı
milletin zenginliği ve ihtişamını duyunca gözleri hayretle açılan, ağızla­rından
salyalar akan Yunanlılar ve Romalılar, öyle bir zaman geldi ki kötü kaderleri
için gözyaşı dökme ihtiyacını da duymadılar. Astrabo’nun dediği gibi, Sebe kavmi
altın ve gümüşten tabak ve tencere kullanırdı. Bu tarihçi, Sebe’lilerin
evlerinin damlarında, duvar, pencere ve kapılarında bile altın, gümüş, inci,
değerli taşlar ve fildişinden süslemeler bulunduğunu yazar. Pelini’nin ifadesine
göre, Roma ve Fars’tan servet sel gibi Sebe ülkesine akıyordu. Pelini,
Sebe’lilerin dünyanın en zengin milleti olduğunu, ülkele­rinin mamur, yemyeşil,
tarlalarının bereketli ve çarşılarının mallarla dolu olduğunu sözlerine ekler.
Artimedoras ise, Sebe’lilerin lüks içinde yaşamakta olduğunu ve zenginlikleri
yüzünden son derece müsrif bir hayat sürmekte olduğunu beyan eder. Aynı tarihçi,
Sebe halkının tarçın, sandal ağacı ve diğer tütsüleri yakacak olarak
kullandıklarını kaydeder. Bazı di­ğer Yunan tarihçilerinin ifadelerine göre,
Yemen sahillerinden geçen de­nizci ve tayfalar, buralardan gelen güzel
kokulardan mest olurlardı. Se­be’liler aynı zamanda tarihte ilk gökdelen inşa
eden millet olarak ün ka­zanmışlardır. Nitekim, San’a tepesinde yapılan çok
katlı yüksek saray Gumdan, asırlarca herkesin hayranlığını kazanıp durdu. Arap
tarihçileri­nin ifadelerine göre bu sarayın 20 katı vardı ve her katı 12 metre
yüksek­likte idi. Bütün bu şan ve şöhret, Sebe’liler Allah’a bağlı kaldıkları
sürece devam etti. Sonra adları tarihten silindi.

13.8. MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ

Medyen halkı ve Eyke kavminin ayrı ayrı mı yoksa tek bir kavim
mi olduğu konusunda müfessirler arasında ihtilâf vardır. Müfessirlerin bir
grubu, bunların iki ayrı kavim olduğunu söylüyor ve bu görüşün lehinde, A’raf
sûresinde, Medyen halkından Hz. Şuayb’ın kardeşleri olarak söz edildiğini, oysa,
Eyke’liler’den bahsedilirken “kardeşleri” kelimesinin kulla­nılmadığını ve
sadece şöyle denildiğini beyan ediyorlar: “Ve Şuayb onlara dediği zaman.” Bunun
aksine bazı müfessirler, Medyen ve Eyke ahalisi­nin aynı kavim olduğunu
söylüyorlar. Bu müfessirlerin ifadesine göre A’râf ve Hûd sûrelerinde Medyen
ahalisi ve Eyke halkından bahsedilirken ikisinin de aynı sıfatlara sahip olduğu
kaydedilmiştir. Yine aynı müfessir­ler, Hz. Şuayb’ın davet ve nasihatının da
aynı olduğuna, ayrıca her iki kavmin de aynı akıbete uğradıklarına dikkati
çekiyorlar.

13.8.1. Tarihî
Bulgular

Tarihî bulgular, müfessirlerin her iki grubunun da haklı
olduklarını göstermektedir. Şüphesiz Medyen ile Eyke iki ayrı kabiledirler;
fakat aynı ırkın iki koludurlar. Hz. İbrahim (a.s.)’in karısı veya cariyesi,
Katûrâ’nm batnından doğan evlâtları, Arap ve İsrail tarihlerinde Benî Katûrâ ve
Katûrâ oğulları olarak geçmiştir. Bunlardan, Medyen adıyla üne kavuşan kabile,
adını Hz. İbrahim’in oğlu Medyen’den almıştır. Bu kabile önce Medyânî ve daha
sonra Medyenliler olarak ün kazanmıştır. Medyenliler Hicaz’ın kuzeyinden
başlayarak Filistin’in güneyine kadar ve oradan Sina yarımadasının son ucu olan
Kızıldeniz’deki Akabe körfezine kadar çeşitli yerleşim merkezleri kurmuşlardı.
Medyen halkının başşehri Medyen’di. Tarihçi Ebûlfidâ’ya göre bu şehir, Akabe
körfezinin batı yakasındaki Eyla (Şimdiki Akabe) dan beş günlük bir mesafede
idi. Katürâ oğullarından ge­ri kalan diğer kabileler arasında Benî Dedân da az
çok tanınırdı. Dedân’lılar Arabistan’ın kuzeyinde Teyma’ ve Tebûk ile El-Ulâ
arasına yerleştiler. Bunların başşehri Tebûk’tu ki, eski devirlerde Eyke olarak
bilinirdi.[17]
De­mek ki hem Medyenliler hem Eyke’liler aynı soydan, yani Benî Katûrâ’dan
geliyorlardı.

13.8.2. İki Ayrı
Kabile’ye Tek Bir Peygamber

Medyen ve Eykelilere tek bir peygamberin gönderilmesinin sebebi,
herhalde ikisinin de aynı soydan gelmesi, aynı dili konuşması ve
memle­ketlerinin de birbirine yakın olmasıydı. Pek mümkündür ki bazı bölgelerde
her iki ülkenin ahâlisi birbiriyle kaynaşmış ve aralarındaki evliliklerle kan
bağlarını daha da pekiştirmişlerdi. Ayrıca, Beni Katûrâ’nın başlıca geçim
kaynağı ticaretti. Hem Medyenliler hem Eyke’liler ticaretle uğraştıkları için
ikisi de, tüccar topluluğunun müşterek kötü alışkanlıkları, meselâ aşın kâr elde
etme, başkalarını kandırma gibi diğer bazı dinî ve ahlâki bozuk­luklara
yakalanmış olabilir. İncil’in eski nüshalarında her iki kabilenin çe­şitli
putlara taptığı kaydedilmiştir. Daha sonra İsrail oğulları da Mısır’ı terk
ederek buraya yerleşince aynı tür şirk ve fuhşa teslim oldular (Bk: Geniti,
Bölüm XXV, ayet: 1-5. Bölüm XXX, ayet: 16-17). Medyenliler ile Eykeliler,
Yemen’den Suriye’ye ve Basra Körfezinden Mısır’a uzanan dün­ya ticaret
yollarının tam üzerinde bulunuyorlardı. Bu işlek ticaret yolları üzerinde
bulundukları için haydutluğa da başlamışlardı. Başka, milletler­den gelen
ticaret kafilelerinden yüksek bir haraç almadan geçit vermiyor­lardı. Ayrıca bu
geniş ticaret yollarına hâkim olabilmek amacıyla diğer milletlerin ticaret
kafilelerini daima tedirgin ve huzursuz ediyorlardı ve bu yolların emniyetini
bozuyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de Medyen ve Eyke’lilerin bu kötülükleri şöyle dile
getirilmiştir.

“Onlar (Medyen ve Eyke ahalisi) açık bir yol üzerinde
oturuyorlardı.” Bu milletlerin soygunculuğuna ise A’râf sûresinde şöyle
denilmiştir.

“Mü’minleri korkutup Allah yolundan çevirmek, onları eğri yola
sap­tırmak için yol başlarında oturmayın.” (Âyet; 86)

Bu sebeplerden dolayıdır ki, bu iki kabileye Cenâb-ı Allah tek
bir pey­gamber gönderdi ve onlara aynı telkin ve talimatı iletti.

13.8.3.
Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar

Medyen, Hicaz’ın kuzey batısında ve Filistin’in güneyinde
Kızıldeniz ve Akabe körfezine kadar uzanan bölgede yaşayan kabilenin
memleketiy­di. Bu memleketin hudutları bir taraftan Sina yarımadasının doğu
sahiline kadar uzanıyordu. Medyenliler ticaretle uğraşıyorlardı. Eski çağlarda
Kı­zıldeniz’in kıyılarından ve Yemen, Mekke ve Yenbû’dan geçerek Suriye’ye giden
ve Irak’tan Mısır’a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun tam kavşa­ğında oturan
Medyenliler hem ticarette ün kazanmıştı ve hem de bu du­rumlarını kötüye
kullandıkları için Arabistan’da herkesin diline düşmüşler­di. Bu millet Allah’ın
azabına uğrayarak tarihe karışmasından sonra bile adı ve sanı uzun süre ortada
kaldı. Özellikle ticaretle meşgul olanlar adı geçen yollardan geçerek Medyen’in
kalıntılarını görür ve eski şan ve şöh­retlerini hatırlarlardı.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Medyen ismi, Medyân’ın değişmiş
şeklidir. Medyan, Hz. İbrahim’in üçüncü karısı olan Katurâ’dan doğmuştu. Eski
çağlarda ve özellikle Arabistan’da bir sülâlenin en büyüğü sülâleye ve daha
sonra kabile ve millete adını verirdi. Bu kurala uyularak Arabistan’ın nüfusunun
büyük bir bölümü Beni İsmail veya İsmail oğulları olarak meş­hur oldu. Hz.
Yakub’un evlâtlarına iman edenler ise Beni İsrail veya İsrail oğulları olarak ün
kazandı. Medyenliler de Medyân’ın evlâtları olmaları bakımından Medyâni veya
Medyenliler olarak meşhur oldular. Bu itikada, bu millete ilk iman ışığının Hz.
Şuayb vasıtasıyla geldiğini söylememek için herhangi bir sebep yoktur. Gerçekten
de İsrail oğulları gibi Medneyliler de doğru yolda idiler, yani müslümandılar.
Hz. Şuayb (a.s.)’ın doğduğu zamana kadar ise imanları zayıflamış ve ahlâkları
bozulmuştu. Tıpkı İsrail oğullarının dinî inanç ve ahlâkının Hz. Musa doğduğu
sırada bozulduğu gibi. Hz. İbrahim (a.s.)’den sonra aradan geçen 600-700 yılda
Medyenliler, müşrik ve ahlâksız kişilerle beraber yaşadıkları için hem müşrik
hem ah­lâksız olmuşlardı. Fakat, çok tuhaftır ki, hâlâ doğru yolda ve iman
sahibi olduklarını söyleyerek iftihar ediyorlardı.

13.8.4. Doğru
Yola Davet’in Tepkisi

“Kavminden kâfir olan bir cemaat diğerlerine, ‘Eğer Şuayb’a
uyarsa­nız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz dedi.” (A’râf; 90)

Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halkını tek Allah’a itaat etmeye
çağırın­ca, Medyenli kabile reislerini bir telaştır aldı. Bastıkları yerin
kaymakta olduğunu sanan bu çıkarcı çevreler, Şuayb’ın telkin ettiği ahlâk
kuralları, dürüstlük ve temiz alış veriş gibi şeylerin halk tarafından
beğenilmesi ve benimsenmesi halinde iktidarlarının ortadan kaybolacağını
düşündüler. Böyle bir durumda hileye ve sahtekârlığa dayalı işleri ve
ticaretleri nasıl yürüyebilirdi? Sattıkları mallara karıştırdıkları hile
durdurulursa ve malla­rını satarken eksik tartmaz iseler, nasıl bol bol kâr elde
edebilirlerdi? Mı­sır ve Irak gîbi büyük medeniyetlerin sınırında ve dünyanın
belli başlı ti­caret yolları üzerinde bulunurken ticaret kafilelerinin yollarını
kesmez, tüccarları soymazlarsa, nasıl büyük servet ve siyasi nüfuz temin
edebilir­lerdi? İşte Medyenli zengin ve kabile reislerini düşündüren bunlardı.
Zâten bu tür düşünceler her yozlaşmış ve manevî yönden çökmüş milletin takip
ettiği yol olmuştur.

13.8.5.
Medyenlilere Gelen Azâb

Medyen halkına Allah’ın azabı korkunç bir patlama ve zelzele
şeklin­de geldi. Medyenlilerin mahvoluşu uzun süre çevredeki milletler
tarafın­dan ibretle anıldı. Nitekim, Zebûr-u Davud’da şunlar yazılmıştır. “Ey
Rabb, falan falan milletler senin aleyhinde and içmişlerdir. Onun için sen
onlara, Medyen’lilere yaptığın gibi yap.” (83: 5-9). Yas’iyâh peygamber (a.s.)
ise bir yerde İsrail oğullarını teselli ederken şöyle diyor: “Asur’lar-dan
korkmayın. Gerçi onlar sizin için Mısır’lılar gibi zalim olmaya başla­mışlardır.
Fakat aradan uzun bir müddet geçmeden Orduların Rabbi onları kamçılayacaktır ve
onlar da Medyen’lilerin akıbetine uğrayacaktır.” (Yas’iyâh: 10,21-26).

13.8.6.
Eykelilere Allah’ın Azabı

“Böylece onu tekzip etliler. Bunun iterine onları karanlık günün
aza­bı yakaladı. Bu azab, o günün büyük azabıydı.” (Şuarâ; 189)

Eykelilere inen azâbın herhangi bir ayrıntısı ne Kur’ân-ı
Kerim’de ne de hadis-i şeriflerde vardır. Yukarıdaki ayetlerden anladığımız
kadarıyla, Eykeliler bâtıl fikirlerinde ısrar ettikleri için Allah’ın azabını
adetâ davet etmişlerdi. Dolayısıyla, Allah da kendilerine önce bir bulut
gönderdi. Bu bulut, bütün Eykelileri helâk edecek düzeyde yağmur yağana kadar
üzerlerinde kara bir şemsiye gibi kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’deki kayıtlardan,
Med­yenliler ile Eykelilere gönderilen azabın değişik mahiyette olduğu kesin­lik
kazanıyor. Yani, Medyenliler korkunç bir patlama ve zelzele sonunda helâk
olurken, Eykeliler karanlık, kara bir bulut ve şiddetli yağmur sonu­cu
mahvoldular. Bu sebeple, Medyenliler ile Eykelileri tek bir millet veya kabile
olarak görmek ve bu azaplar arasında bir denge kurmaya çalışmak gereksizdir.
Bazı müfessirler, kara bulut veya karanlık şeklinde inen azâbın ayrıntılarını
vermeye çalışmışlardır. Ama, bunların kaynaklarının ne olduğunu bilmiyoruz. İbn
Cerir ise Hz. Abdullah bin Abbas’ın şu söz­lerini nakletmiştir. “Ulema’dan
herhangi bir kimse, karanlık günün azabı­nın ayrıntılarını size anlatmaya
çalışırsa onlara itibar etmeyin.”

13.9. HZ. YUNUS (A.S.)’UN ÜMMETİ

13.9.1. Hz. Yunus
(a.s.) İle İlgili Bilgiler

İncil’de adı Jonah veya Yonah olarak geçen ve yaşadığı devir
M.Ö. 860-784 olarak bildirilen Hz. Yunus aleyhisselâm[18],
İsrail oğullarının peygamberi değildi, ama kendisi “Asurlar”ı ıslâh etmek üzere
Irak’a gönderilmişti. Bu sebeple burada Asur’lardan, Hz. Yunus’un ümmeti olarak
bahsetmeyi uygun gördük. Asur’lann başkenti Ninova adlı eski çağların en meşhur
şehirlerinden biriydi. Bu şehrin geniş alana yayılmış olan tarihî kalıntıları,
Dicle nehrinin doğu yakasında bugünkü Musul kentinin tam karşısında bulunuyor.
Burada “Yunus Nebi” isminde bir bölge de vardır. Asur kavminin geliştirdiği
büyük medeniyet ve ihtişamın en büyük sim­gesi bu şehrin kalıntılarıdır. Bir
tahmine göre bu şehir 100 kilometrelik bir alana yayılmıştı.

13.9.2. Kur’ân-ı
Kerîm İle İncil’de Hz. Yunus’un Kıssası

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yunus’un kıssasına dört yerde işaret
edilmiştir ve bu hususta etraflıca bilgiler verilmemiştir.[19]
Bu sebeple, Allah katında bir milletin helâk edilmesine karar verildikten sonra
iman etme ve yalvar­manın hiçbir faydası olmadığına dair umumi kaidenin Asurlar
için neden bozulduğunu kesinlikle söylemek güçtür. İncil’de Yonah adlı bölümde
ba­zı ayrıntılara rastlıyorsak da bunlara fazla güvenemeyiz. Çünkü bu bölüm­de
yer alan hususlar ve sözler, ilâhi kelâm değildir ve bunların Hz. Yunus (a.s.)
tarafından söylendiği de sabit değildir. Gerçek şu ki, Hz. Yunus’tan 400-500 yıl
sonra meçhul bir kişi bu bölümü yazarak Mukaddes Kitab’a (İncil’e)
ekleyivermiştir. Ayrıca, bu bölümde akıl ve mantığa sığmayan ba­zı kayıtlara da
rastlanıyor. Fakat hem Kur’ân-ı Kerîm, hem İncil’in kayıtla­rını karşılaştıracak
olursak Kur’an’ı Kerîm müfessirlerinin anlattıklarının daha doğru olduğunu
anlarız. Durum kısaca şöyle idi. Hz. Yunus (a.s.) Al­lah’tan gelecek azap
hakkında ümmetine haber verdikten sonra, ümmeti­nin inatçılığına ve sapıklığına
dayanamayarak, Allah tarafından hicret izni gelmeden, bulunduğu yeri terk
etmişti. Bu müstesna bir vaziyetti ve Asurlar, günahlarından pişmanlık duyarak
tövbe edince Allah’ta onları affetti.[20]

İlâhi kanunun değişmez kurallarından biri, bir millete son uyarı
yapıl­madan ilâhî azabın gelmemesidir. Hz. Yunus son ana kadar beklemediği ve
ümmetine son bir mühlet vermeden bulunduğu bölgeyi terk ettiği için ilâhî
adalet, Asur’ların cezalandırılmasını uygun görmedi ve kendileri
piş­manlıklarını bildirince ecelleri gelinceye kadar onları affetti.

13.9.3. Hz.
Yunus’un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması

Hz. Yunus’un ümmeti, yani Asurlar tekrar Allah’a iman edince
dünya­daki ömürleri bir süre uzatıldı. Verilen mühlette bu ulus giderek yozlaştı
ve kötü yola saptı. Nahum Peygamber (M.Ö. 720-698) bunları doğru yola getirmeye
çalıştı, ama herhangi bir başarı kazanamadı. Daha sonra Safniyâh peygamber (M.Ö.
640-609) kendilerini son defa ikaz etli. Bu da fayda etmedi. Nihayet, M.Ö. 602
civarında Cenab-ı Allah bunlara Midyalıları musallat etti. Midya kralı,
Babillilerden de destek alarak Asur’lara saldırdı. Asur ordusu yenilerek
Ninova’da mahsur kaldı. Bir müddet mu­hasara altında direnmeye çalıştıysa da
Dicle nehrinin su baskını yüzünden kalenin yüksek duvarları yıkıldı ve
Midyalılar kaleye girdi. Kale teslim alındı ve bütün şehir yağmalandı, yakılıp
yıkıldı. Civardaki diğer kasaba ve köyler de aynı akıbete uğradı. Asur kralı ise
kendi sarayında kendisini yakarak intihar etti. Böylece saltanatı ve medeniyeti
bir daha dirilmemek üzere tarihe karıştı. Bu bölgenin tarihî kalıntılarında
geniş bir yağma ve yangının işaretleri bulunuyor.

13.10. İSRAİL OĞULLARI

13.10.1. İbrahim
(a.s.) Soyunun İki Kolu

Hz. İbrahim’in soyundan iki kol çıkmıştır. Birincisi Hz. İsmail
(a.s.)’in evlâtları; Arabistan yarımadasına yerleşmişlerdir. Kureyş kabilesinin
yanı sıra Arabistan’ın diğer belli başlı aşiretleri bu kola bağlıdırlar.
Arabistan’da soy bakımından Hz. İsmail’e mensup olmayan bazı diğer grup ve
zümreler de, vaazettiği dinden etkilendikleri için kendisine bağlı olmakla
iftihar et­mişlerdir. İbrahim soyunun ikinci kolu da Hz. İshâk (a.s.)’ın
evlâtlarından ibarettir. Hz. İshâk’ın evlâtları arasında peygamberlerin uzun bir
silsilesini görmekteyiz. Meselâ, Hz. Yakub, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz.
Süleyman, Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) vs. Yakub aleyhisselam’ın asıl ismi
İsrail’di. Bu itibarla, evlâtları Beni İsrail veya İsrail oğulları adıyla meşhur
olmuşlardır. İsrail oğullarının vaaz ve telkinleri sayesinde dinlerini kabul
eden diğer memleket ve ırka bağlı İnsanlar ya İsrail oğullarının büyük
ca­miasında eriyip kendi benliklerini kaybettiler, ya da ırk ve soy bakımından
kendi farklı hüviyetlerini muhafaza edebildilerse de dinen kendilerine tâbi
kaldılar. Bu insan kitlesinde yolsuzluk, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe
ar­tınca, önce Musevîlik veya Yahudîlik, sonra Hıristiyanlık doğdu.

Kur’ân-ı Kerîm’in Maide suresinin 20. ayetinde Allahu Teâlâ,
İsrail oğullarının, Hz. Musa (a.s.)’nın doğuşundan önceki yükselişi ve
ihtişamın­dan bahsetmiştir. Bir yandan Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Yakub, ve Hz.
Yusuf (a.s.) gibi birbirinden üstün ve yetenekli peygamberler aralarında
doğar­ken bir yandan da Hz. Yusuf zamanında Mısır’da büyük bir iktidar ve
deb­debeye sahip oldular. İsrail oğulları uzun müddet insanlık tarihinin en
ge­lişmiş, en medenî milleti olarak ün yaptılar ve Mısır ile civarındaki
mem­leketlere hâkim oldular. Tarihçiler İsrail oğullarının yükselişinden
bahse­derken genellikle Hz. Musa’nın yaşadığı çağa değinirler. Halbuki, Kur’ân-ı
Kerîm, Beni İsrail’in en parlak devrini Hz. Musa’dan önce yaşamış oldu­ğunu
kaydeder. Nitekim, bizzat Hz. Musa’nın, kavminin bu geçmiş ihtişa­mından
bahsettiğine şahit oluyoruz.

13.10.2.
Filistin’de Şirk Devri

Hz. Musa (a.s.)’ın vefatından sonra İsrail oğulları Filistin’e
girdikleri zaman burada Hitit, Amûrî, Ken’ânî, Firizzî, Hâvî, Yebûsî ve Filistî
ismin­de muhtelif uluslar yaşıyordu. Bu uluslar dinsiz ve müşrik idiler.
Yerlile­rin en büyük tanrısının adı El idi, ki tanrıların babası sayılırdı. Bu
tanrının boğa şeklinde heykelleri vardı. Bu boğa tanrısının karısının adı Aşîre
idi. Bu tanrı ve tanrıçaya tâbi çeşitli ilâh ve ilaheler vardı ki sayılan 70’i
bu­lurdu. El tanrısının evlâtları arasında en güçlü tanrı Ba’al idi. Ba’al,
yağ­mur, bahar, bereket ve gök ile yer tanrısı olarak bilinirdi. Filistin’in
kuzey bölgelerinde adı en çok tanınan tanrıça, Ba’al’ın karısı, Ünâs idi.
Filistin’in iç kısımlarında ise aynı tanrıça, Istârât ismiyle tanınırdı. Bu
tanrıçanın adı aşk ve doğumla özdeşleşmişti. Bunun dışında ölüm, sağlık, salgın
hasta­lıklar ve açlık gibi şeyler için ayrı ayrı ilâh ve ilaheler vardı.
Velhasıl, tan­rılık görevleri sayısız tanrı ve tanrıçalar arasına dağılmıştı. Bu
sözde tanrı ve tanrıçalar hakkında öylesine yüz kızartıcı efsâne, hikâye ve
destanlar anlatılırdı ki medenî ve kültürlü bir insan bunları ne yazabilir ne de
ağzına alabilir. Bu tanrı ve tanrıçalar hakkında anlatılan alçaklık ve
sapıklıklar en ahlâksız insana bile atfedilemez. Böylesine alçak, sapık kahpe,
kalleş tanrı ve tanrıçaları baş tacı eden ve onlara tapan bir milletin ahlâk
bozukluğunu artık siz tahmin edin. Nitekim, Filistin’de yapılan kazılarda ve
ortaya çıka­rılan tarihi eserlerde bunların yüz kızartıcı örnekleri vardır.
Filistin’de şir­kin almış yürümüş olduğu devirde çocukları kurban etmek
alışılmış bir gelenekti. Mabed ve ibadet yerleri birer fuhuş yuvasıydılar.
Kadınları, kızları tapınaklara alıp, onlarla cinsi münasebet kurmak ve
başkalarına peşkeş çekmek, dini ibadetin birer parçası sayılırdı. Bu çeşit batıl
inanç ve sapıklıklar daha çoktu.

013

Hz. Musa Devrinde Filistin

13.10.3. İsrail
Oğullarının Yozlaşması

İsrail oğullarına, Tevrât ve Hz. Musa (a.s.) vasıtasıyla verilen
emir şu idi. Sakın yerleşeceğiniz yeni memleket olan Filistin’deki dinsiz ve
müşrik milletlerin kötü alışkanlıklarına kendinizi kaptırmayın, bu bakımdan
ora­ya varır varmaz onları temizleyin.

Fakat İsrail oğulları Filistin’e varınca bu nasihati unuttular.
Kendileri­ni oranın havasına kaptırdılar. Orada güçlü herhangi bir saltanat veya
hü­kümet kuramadılar. Aralarında birlik ve beraberlik sağlamak yerine kav­gaya
başladılar. Çeşitli kabilelere bölündüler ve her kabile kendisine ait olan
bölgede istediğini yapmaya koyuldu. Bunun neticesinde, kendisini müşriklerin
tesirinden kurtaracak güçlü tek bir İsrail kabilesi kalmadı. Mecburen, her yerde
ve her bölgede müşriklerle beraber yaşamaya başla­dılar. Hatta, İsrail oğulları
fethettikleri bölgelerde müşriklere küçük özerk bölgeler ve devletçikler kurmaya
da müsaade verdiler, İsrail oğullarının bu akılsızlık ve tedbirsizliğinden
Zebur’da da yakınılmıştır.[21]

Bu tedbirsizliğin cezasını İsrail oğulları kısa bir zamanda
çekmeye başladılar. Yerlilerin tesiriyle şirk belâsı İsrail oğullarını da sardı.
Bunun yanı sıra diğer ahlâksızlıklara da esir düştüler. Bu husustaki yakınma
İn­cil’de de yer almıştır.

“Ve Benî İsrail, Hüdâvend’in yanında kötülüğe ve Ba’alim’e
tapmaya başladılar. Onlar, Hüdâvend ve kendi atalarının Tanrısını unuttular.
Halbuki, bu tanrı onları Mısır’dan getirmişti. İsrailoğulları etraflarındaki
müşrikler gibi tanrı ve tanrıçalara tâbi olup tapmaya başladılar ve böy­lece
Hüdâvend’i kızdırdılar. Ve Hüdavend’i terk edip Ba’al ile Istarâta tapmaya
başladılar. Nihayet, Rabbin gazabı İsrail’e çöktü.” (Bölüm: II, ayetler: 11-13)

İsrail oğullarının tedbirsizliğinin ikinci neticesi, onlara
karşı yerlilerin ayaklanmasıydı. İsrail oğullarının müsamaha göstererek özerk ve
özgür bıraktıkları devletçikler ve onların hiç mağlup edemedikleri Filistinliler
birleşip, üst üste birkaç baskın ve saldırı düzenleyerek İsrail oğullarını
Fi­listin’in büyük bir bölümünden kovdular. Hatta onlardan Hüdâvend’e ait
Sandığı (Tabut-u Sakîne)’da aldılar. Nihayet, İsrail oğullarının aklı başına
geldi ve onlar tek bir hükümdarın emrinde toplanarak güçlü bir devlet kurmaya
karar verdiler. Onların arzusu üzerine Samuel peygamber M.Ö. 1020’de “Talût”u
onların hükümdarı haline getirdi. (Bu olaya Bakara sure­si, 32. rükûsunda
değinilmiştir).

İsrail oğullarının kurduğu birleşik devletin üç hükümdarı oldu.
Talût (M.Ö. 1020-1004), Hz. Davud (M.Ö. 1004-985), ve Hz. Süleyman (M.Ö.
965-926). Bu hükümdarlar, İsrail oğullarının, Hz. Musa’dan sonra yarıda
bıraktığı işi tamamladılar ve Filistin’e tamamıyla hakim oldular. Sadece kuzey
kıyılarında Fenikelilere ve güney kıyılarında Filistinlilere ait dev­letçikler
fethedilemedi, ama bunlar da Filistin devletine tâbi oldular.

Hz. Süleyman (a.s.)’dan sonra İsrail oğulları tekrar maddiyata
yönel­diler. Kısır çekişme ve kavgalar Filistin devletinin ikiye bölünmesine yol
açtı. Bunlardan birincisi, Filistin’in kuzey bölgeleri ile Ürdünün önemli bir
bölümünü içine alan İsrail devletiydi, ki başşehri Sameriyye oldu. İkinci devlet
ise, güney Filistin ile Adum’u içine alan Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri
Jerusalem veya Kudüs oldu. Bu iki devlet birbirinin can düşmanı oldular ve
aralarındaki düşmanlık ve kavga son zamanlara kadar devam etti.

013

Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın Saltanat Devri (M.Ö.
1000-930 Yıllan Arası) .

İsrail devletinin hükümdar ve yöneticileri ile hâkim sınıfı,
çevreleri­nin dinsizlik, şirk ve ahlâksızlığından en çok etkilenenler oldular.
Nitekim bu devletin hükümdarı Ahiab, Sayda’nın müşrik prensesi İzabel ile
evle­nince şirk ve ahlâksızlık devlet eliyle yapılmaya başlandı. Hz. İlyas ile
Hz. El-Yes’a (a.s.) kötülük ve ahlâksızlığın bu seline set çekmeye çalıştı­larsa
da başarı kazanamadılar. İsrailliler akıllanmayınca, Asurlar Allah’ın gazabı ve
azâbı olarak buraya nâzil oldular, Asurların M.Ö. 900 yılından başlayarak üst
üste yaptıkları istilâlar İsrail saltanatını son derece zayıflat­tı. Bu dönemde
Âmûs Peygamber (M.Ö. 1%1-İ Al) ve daha sonra Hosi’i peygamber (M.Ö. 747-735) son
uyarılarını yaptılar, ama İsrailliler gaflet uykusundan uyanamadılar. Üstelik,
İsrail kralı, Âmûs peygamberden der­hal ülkeyi terk etmesini ve Sameriyye
hududlarında her türlü vaaz ve teb­liği durdurmasını istedi. Bundan sonra fazla
bir zaman geçmeden Allah’ın azabı geldi. M.Ö. 721’de zalim Asur hükümdarı Ravâ
Sargon, Sameriyye’yi fethederek topraklarına kattı ve böylece İsrail devleti
ortadan kalktı. Asur istilâsı sırasında binlerce İsrailli kılıçtan geçirildi, 27
binden fazla İs­railli eşraf ve mümtaz kişi esir alınarak Asur devletinin doğu
bölgelerine dağıtıldı. Diğer bölgelerden getirilen milletler İsrail’e
yerleştirildi. Bu ya­bancılar arasında geriye kalan çok az sayıdaki İsrail
asıllılar ise, millî hü­viyetini, kültür ve medeniyetini tamamıyla kaybetti.

Filistin’in güney kesiminde Yahudiyye adıyla kurulan İsrail
oğulları­nın ikinci devletinde de Hz. Süleyman (a.s.)’dan sonra bid’at, hurafe,
şirk, küfür, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe artmaya başladı. Fakat bu
memle­kette, İsrail oğullarının yozlaşması ve kötü yola sapması nisbeten yavaş
bir tempoda oldu. Bundan dolayıdır ki, buradaki İsrail oğullarına, kendile­rine
çekidüzen vermeleri için daha uzun bir süre verildi. Gerçi Asurlar, İs­rail’e
olduğu gibi buraya da sık sık saldırdılar ve bazı şehirlerini tahrip et­tiler,
hatta Başkent Jarusalem veya Kudüs’ü kuşattılar, fakat tamamıyla ele geçirmeye
muvaffak olamadılar. Bu memleket bir süre Asur’lara bağlı kaldı. Daha sonra
Yas’iyâh ve Yermiyâh peygamberlerin sürekli ikazları­na rağmen İsrail oğulları
kötü yoldan ayrılamayınca M.Ö. 598’de Babil İmparatoru Büht-un Nasr başta Kudüs
olmak üzere bütün Yahudiyye dev­letini fethederek topraklarına kattı. Yahudiyye
kralı kendisine esir düştü. Yahudiyye veya Yahudi devletinin sakinleri olan
Yahudilerin kötülükleri bundan sonra da son bulmadı. Ve Yermiyâh peygamberin
uyarılarına rağmen Yahudiler Babil’e karşı ayaklanmaya çalıştılar. Nihayet M.Ö.
587’de Büht-un Nasr buraya şiddetli bir saldırı düzenleyerek Yahudilere
görülme­miş bir ders verdi. Saldırı sırasında Yahudiyye’nin belli başlı bütün
şehir­leri yerle bir edildi, Kudüs’te taş üstünde taş bırakılmadı. Kudüs’teki
Sü­leyman Mabedi ve diğer tarihi ve dini yerler talan edildi. Yahudi’lerin
bü­yük bir bölümü, öldürüldü ve esir edildi. Geriye kalanlar ülkeden kovula­rak
sağa sola dağıtıldı. Yurtlarında kalan çok az sayıdaki Yahudi, her türlü acı ve
rezillikleriyle baş başa bırakıldılar.

13.10.4. Babil’in
Hakimiyeti Sırasında İsrail Oğullarının Durumu

“Yahudiler, şeytanların Süleyman’ın mülküne iftira ettikleri
şeye tabı oldular. Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular,
insanlara sihri öğretirlerdi. Babil’deki Harut ve Marut adındaki iki meleğe
indiri­len şeye tabi oldular. İki melek, ‘biz fitneyiz, kâfir olma’ demedikçe
kimse­ye bir şey öğretmezlerdi. Onlardan karı ile koca arasını ayıran şeyi
öğre­nirlerdi. Sihirbazlar, Allah’ın izni olmaksızın sihir ile kimseye bir zarar
veremezler. Kendilerine zararı olan ve fâidesi olmayan şeyi de öğrenir­lerdi.
Halbuki, sihri ihtiyar edenlere ahirette nasib olmadığı bilirlerdi. Eğer
bilseler nefislerine ne (kadar) fena şey satın aldılar.” (Bakara; 102)

Burada şeytanlardan, hem şeytan ve cinin, hem de insan
kılığındaki şeytanların kastedilmiş olması mümkündür. İsrail oğullarında maddî
ve manevî çöküş baş gösterince ve kölelik, cehalet, fakirlik ve eziklik
etkile­rini hissettirince, bu millette azim, mukavemet ve kararlılık diye bir
şey kalmadı, İsrail oğulları giderek pasifliğe ve hareketsizliğe düştüler;
ev­ham, hurafeler, sihir ve batıl itikatlara da esir oldular. Tembellik ve
pasiflik yüzünden, ellerini, ayaklarını hareket ettirmeden, sırf büyü ve
üfürük­lerle işlerini halletmeye çalıştılar. Tam bu sırada şeytanlar da
ekmeklerine yağ sürdüler ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın koca imparatorluğunun sihir
ve bü­yü üzerine kurulduğuna, gerçek ve somut hiçbir yanı bulunmadığına
ken­dilerini inandırmaya başladılar. Bu sihir ve diğer gizli kuvvetleri
kendile­rine devredeceklerini de vaadettiler. İsrail oğulları da sanki tam bu
fırsatı bekliyorlarmış gibi şeytanlara hücum ettiler ve onlardan bu sihir ve
büyü­yü elde etmeye çalıştılar. Artık onları ne Allah’ın kelâmı ilgilendiriyordu
ne de peygamberlerin hidâyeti.

Söz konusu ayet bazı kimseler tarafından te’vile çalışılmıştır.
Fakat benim anladığım kadarıyla, Beni İsrail’in tümü Babil’de esir hayatı
yaşarken, Cenab-ı Allah kendilerini imtihan etmek üzere oraya iki melek (Harut
ve Marut) göndermiş olabilir. Nasıl ki Lût kavmine iki melek, iki yakışıklı
delikanlı kılığında geldiler, İsrail oğullarına da bu iki melek iki büyücü veya
derviş kılığında gelmiş olabilirler. Bu melekler bir yan­dan sihir ve
kerametlerini göstermiş bir yandan da halkı son kez uyarmış olabilirler. Onlar
muhtemeldir ki şöyle söylemişlerdir, “bakın ey İsrail oğulları, biz sizi imtihan
etmek ve son defa ikaz etmek üzere buraya geldik. Eğer bundan sonra da kendinize
çekidüzen vermez ve tek Allah’a dönmezseniz sizi büyük bir azap beklemektedir.”
Ne var ki, meleklerin bu son uyarısı da yollarını şaşırmış olan İsrail
oğullarının gözlerini açmadı.

Meleklerin insan kılığında gelmeleri kimseyi şaşırtmasın.
Cenâb-ı Al­lah, melekleri istediği şekle sokabilir ve kendilerine istediği
vazifeyi yap­tırabilir. Kim bilir, belki şimdi de etrafımızda insan kılığında
olan melek­ler vardır. Bazıları çıkıp, meleklerin sihir ve büyü gibi işler
yapmasına iti­raz edebilirler. İnsanların yapmalarını uygun bulmadıkları bir
şeyi kendi­lerinin yapmalarına şaşabilirler. Fakat burada biz bu melekleri,
rüşvetçi kişileri yakalamak üzere rüşvet alıcı veya verici kılığına girmiş
kişilere benzetebiliriz.

İsrail oğullarının bozuk toplumunda en çok revaçta olan şey, bir
ki­şinin, başka birinin karısının kendisine aşık olmasını temin etmek üzere
sihir ve muska yapmasıydı. Bu, ahlâk bozukluğunun en kötü örneklerin­den
biriydi. Bir toplumda evli bir erkek başka bir erkeğin karısını baştan çıkarmaya
ve onu elde etmeye çalışırsa demek ki o toplumda aile haya­tı temelden
sarsılmıştır. Dikkat edilirse, evli İnsanlar arasındaki ilişkiler gerçekte insan
uygarlığının temelidir. Erkek ile kadın arasındaki ilişki­nin dengeli olması,
medeniyet ve kültürün de sağlam temellere dayanma­sının bir belirtisidir. Bu
ilişki bozulduğu takdirde toplum ve medeniyet de bozulur. O halde, toplumun,
medeniyetin ve bizzat kendi varlığının sebe­bini ortadan kaldırmaya çalışan bir
fert muhakkak ki en düşük ve rezil kişidir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği
gibi, Şeytan kendi karargâhından dünyanın her köşesine ajanlarını gönderir ve
onlardan düzenli olarak faa­liyet raporlarını alır. Her ajan kendi “marifeti”ni
ortaya döker, ve “ben bu­nu yaptım” veya “ben şunu yaptım” der. Fakat İblis
bunları beğenmez. Daha sonra bir ajan ayağa kalkar ve ben falanca koca ile
karısının arasını açtım der. Bunun üzerine İblis o ajanı sevinçle kucaklar ve
“işte bu başarı örneği” der. Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda, İsrail
oğullarına gönderilen meleklere, kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkiyi neden
bozma emri verildiğini daha kolay anlayabiliriz. Doğrusu, İsrail oğullarının
ahlâk düzeninin bozukluğunu ölçmek için bundan daha iyi bir ölçek ola­mazdı.

13.10.5. Onarım
ve Yenileme Dönemi

Bildiğimiz gibi eski İsrail devleti ve Sameriyye öylesine battı
ki bir daha yerinden kalkamadı. Fakat Yahudiyye halkı her ne kadar bozulmuş ve
üst üste yabancı istilâlarla karşılaşmışsa da, aralarında bulunan bazı imanlı ve
dürüst İnsanlar yüzünden şöyle ya da böyle varlığını sürdürdü. Bu hidâyetli ve
imanlı kişiler, gerek Yahudiyye’de gerekse Babil’e sürgü­ne gönderilmiş olan
İsrail oğulları arasında vaaz, telkin, tebliğ ve ıslâh ça­lışmalarını
sürdürdüler. Nihayet, Allah’ın rahmeti tekrar onlardan yana çıktı. Babil
İmparatorluğu çöktü ve yıkıldı. M.Ö. 539’da İran imparatoru. Hüsrev (Kuruş)
Babil’i fethetti ve ertesi yıl İsrail oğullarına, kendi yurtla­rına dönme ve
yerleşme izni verdi. Netice itibariyle, İsrail oğulları akın. akın ülkelerine
dönmeye başladılar. İmparator Hüsrev, Yahudilere Ku­düs’teki Süleyman mabedini
yeniden inşa etme müsaadesi de verdi. Fakat bu bölgeye yerleşmiş olan diğer
milletler bu mabedin yeniden inşa işini uzun süre aksattılar. M.Ö. 522’de ise
İmparator I. Dâra (Darius), Yahudiyye’nin son kralının torunu olan Zro Babil’i
İsrail oğullarının valisi tayin et­ti. Bu vali, Haccî peygamber, Zekeriya
peygamber ve Başrahip Jesus’un gözetiminde Süleyman Mabedini tekrar inşa
ettirdi. Daha sonra M.Ö. 458’de Hz. Üzeyir (Azra) (a.s.) sürgüne gönderilen bir
Yahudi grubuyla Yahudiyye’ye vardı. Kendisi İran İmparatoru Ardeşir
(Artacsercis) tara­fından şu emri almıştı:

“Allah’ın sana verdiği akıl ve fikre göre, sen hâkimler ve
yargıçları tâyin et, ki böylece, Senin Rabbinin şeriatını bilen nehrin öbür
yakasın­daki İnsanlar adaletle hareket etsinler ve bilmeyenlere sen bu şeriatı
öğretebilesin. Senin Rabbinin şeriatına ve imparatorun fermanına göre ha­reket
etmeyenler cezalandırılsın. İster bu ceza, ölüm, ister sürgün, malla­ra el konma
veya hapse atılma şeklinde olsun.” (Azra, Bölüm: VIII, ayet: 25-26).

Hz. Üzeyir bu emir ve fermandan güç alarak İsrail oğullarının
yeni­den güçlenmesine, kuvvet ve kudret kazanmasına büyük katkıda bulundu. Hz.
Üzeyir, Yahudi milletinin iyi ve dürüst kişileri ile en iyi beyinlerini bir
araya toplayarak güçlü bir düzen kurdu. Aralarında Tevrat’ın da bulunduğu,
İncil’in beş cildini hazırlattı, Yahudilerin eğitimi için önemli müessese­ler
meydana getirdi, şeriat kanunlarını toplayarak herkesin istifadesine sundu;
böylece İsrail oğullarının saplandıkları şirk ve kötü yoldan kurtul­maları ve
ahlâklarının düzeltilmesi için önemli adımlar attı. Yahudilerin evlendikleri
bütün müşrik kadınların kocalarından boşanmalarını sağladı. Kısacası, İsrail
oğulları yeniden Allah’a tapmaya ve ona itaat etmeye baş­ladılar.

M. Ö. 445’te Nahmiyah’ın başkanlığında başka bir Yahudi kafile
Yahudiyye’ye döndü. İran İmparatoru, Nahmiyah’ı Kudüs’e vali tayin etti ve
kendisine buranın kalesini yeniden inşa etme işini verdi. Bu suretle, 150 yıl
sonra Kudüs yeniden kuruldu ve Yahudi din ve kültürünün merkezi ha­line geldi.
Ancak kuzeydeki İsrailliler ve Sameriyyeliler Hz. Üzeyir’in va­az ve telkininden
istifade edemediler. Aksine, Kudüs ile boy ölçüşmek için Cezrim dağının
tepesinde yeni bir dini merkez inşa ettiler ve Ehl-i Ki­tabı bu tarafa çekmeye
çalıştılar. Böylece Yahudiyye ahalisi ile Sameriyye ahalisi arasındaki eski
rekabet ve düşmanlık yine ortaya çıktı.

13.10.6. Yunan
Egemenliği ve Buna Karşı Direniş

İran İmparatorluğunun çöküş dönemine girmesi, Büyük İskender’in
fetihleri ve bundan sonra İranlıların tekrar güç kazanması, Yahudi’lerin gelişme
ve refahını bir müddet engelledi. Büyük İskender’in ölümünden sonra bıraktığı
miras üçe bölününce, Suriye memleketi Sulûki saltanatının tasarrufuna girdi.
Sulûkî devletinin Başşehri Antakya idi. Buranın Yunan hâkimi Antiucus III. M.Ö.
198’de Filistin’i ele geçirdi. Kâfir, ve müşrik olan Yunanlılar, Yahudilik ve
Yahudi medeniyetinden nefret ederlerdi. Bu sebeple hâkim oldukları bölgelerde
Yahudilerin nüfuzunu kırmak amacıy­la siyasi ve iktisadî baskı uyguladılar ve bu
şekilde Yunan veya Elen uy­garlık ve kültürünü yaymaya çalıştılar. Bu işte
Yahudilerin bazı grupları da Yunanlılara yardımcı oldular. Yabancı müdahale ve
hakimiyet Yahudilerin bölünme ve parçalanmalarına yol açtı. Onların bir bölümü
Yunan uy­garlık ve kültürünün etkisi altında kalarak Yunan kıyafetini,
Yunancayı, Yunan yaşantısını ve Yunan sporlarını kabul etti. Bir başka bölümü
ise kendi medeniyet ve kültürüne sıkı sıkıya bağlı kaldı ve Yunanlılara zerre
kadar taviz vermeye yanaşmadı M.Ö. 175’te ise Antiucus IV, “Tanrının Temsilcisi”
lakabıyla tahta çıktı. Bu hükümdar Yahudilere karşı daha sert ve acımasızca
davranarak Yahudi din ve kültürünü ortadan kaldırmak iste­di. Bu amaçla,
Kudüs’teki büyük mâbede zorla putlar yerleştirdi ve Yahudilerin bu putlara
tapmalarını istedi. Kurban yerinde kurban kesmeyi ya­saklattı ve müşriklerin
âdetine göre kurban kesilmesini emretti. Evlerinde Tevrat bulunan herkesin idam
edilmesini emretti. Bu hükümdar, Yasbat’ın emirlerine uyan ve çocuklarını sünnet
ettirenlere de ölüm cezası verilme­sini istedi. Fakat Yahudiler bu baskıya boyun
eğmediler ve yılmadılar. Ak­sine, Mekkâbî ismiyle meşhur olan isyanı
başlattılar. Bu isyan sırasında Yunan kültürünü benimsemiş olan Yahudiler
ağırlıklarım Antakya’lı Yu­nanlı hakimlerden yana koydularsa da Hz. Üzeyir’in
talimatından cesâret ve güç alan Yahudiler, Mekkâbilerin etrafında toplandılar
ve bu amansız mücadeleden galip çıktılar. Yunanlıları Suriye ve Filistin’den
kovdular. Yahudiyye’de bağımsız ve egemen dinî devletlerini kurdular, ki bu
devlet M.Ö. 67. seneye kadar ayakta kaldı. Bu devletin sınırları zamanla bir
hay­li genişledi ve eskiden İsrail oğullarının ellerinde bulunan Sameriyye ve
hatta Filistî’lerin yaşadığı bölge de bu devletin topraklarına katıldı.

13.10.7. İsrail
Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret Devri

Mekkâbî hareketinin temelinde büyük dinî ve ahlâkî coşku vardı.
Bu coşku ve dindarlık zamanla kayboldu ve yerini maddecilik ve gösteriş al­dı.
Yahudiler tekrar çeşitli grup ve kabilelere bölündüler ve bunlardan ba­zıları
bizzat Romalı fâtih Pompei’yi Filistin’e davet ettiler. Dolayısıyla, M.Ö. 63’tc
Pompei, dikkatini bu tarafa çevirdi ve Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Yahudilerin
hakimiyetine ve hürriyetine son verdi. Fakat, Romalılar genellikle fethettikleri
yerlere yerli vali ve hâkim alama eğiliminde olduk­ları için Filistin’de
kendilerine tabi olan yerlilerden müteşekkil bir devlet kurulmasına izin
verdiler. Bu devlet, M.Ö. 40 yılında son derece akıllı ve zeki olan Herod adlı
Yahudinin eline geçti. Aynı kişi tarihe Büyük Herod adıyla geçmiştir. Herod
iktidara sahip olduktan sonra çeşitli akıllı tedbir­ler ve izlediği dirayetli
siyaset sayesinde Yahudi devletinin sınırlarını eşi görülmemiş bir şekilde
genişletti. Öyle ki, M.Ö. 40’tan M.Ö. 4’e kadar bü­tün Filistin ve Ürdün’ün
büyük bir bölümüne hâkim oldu. Herod bir yan­dan dini lider ve din adamlarını
himaye ederek Yahudilerin desteklerini kazandı, bir yandan da Roma kültür ve
medeniyetini yaymak ve Roma İmparatorluğuna bağlılığını belirtmek suretiyle Roma
İmparatorunu da memnun etti. Fakat Yahudiler siyaset ve devlette söz sahibi
olmalarına rağmen din, ahlâk ve maneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar.
Bü­yük Herod’dan sonra, kurduğu geniş devlet üçe bölündü. O’nun bir oğlu,
Erhalaus, Samerriyye, Yahudiyye ve Adumiyye’nin kuzeyine hâkim oldu. Fakat M.S.
6’da İmparator Augustus onu azlederek bölgeye kendi valisini tâyin etti. Bu
hükümet M.S. 41’e kadar devam etti. işte bu sıralarda Hz. Îsa (a.s.) Yahudileri
ıslâh etme vazifesini üzerine aldı ve Yahudi din adam­ları ile ulema ve diğer
ileri gelenleri kendisine şiddetle karşı koydular. Roma’lı vali Pontius Pelatis
de Hz. Îsa’yı öldürtmek istedi.

Herod’un ikinci oğlu Herod Antipas, Kuzey Filistin’in, Galile ve
Ür­dün nehrinin iki yakasının hâkimi oldu. işte bu adam, bir dansözün isteği
üzerine Hz. Yahya (a.s.)’nın kafasını keserek kendisine hediye etti.

Herod’un üçüncü oğlu Philip ise Hermon dağından Yermük nehrine
kadar uzanan bölgenin sahibi oldu. Bu hâkim, babası ve diğer kardeşlerin­den
daha çok, Roma kültürünün etkisinde kalmıştı. İktidara geçer geçmez. Hz. Îsa’nın
taraftarlarını sindirmek ve yok etmek için görülmemiş baskı ve zulüm yaptı.

Bu devirde Yahudiler ile din adamlarının gerçek yüzünü görmek
için Hz. Îsa (a.s.)’nın hutbelerine müracaat etmeliyiz. Bütün bu hutbeler Dört
İncil’de toplanmıştır. Yahudilerin ahlâkî çöküşünü anlamak için Hz. Yah­ya ile
Hz. Îsa’ya yapılan kötü muameleye bakmak yeter de artar bile. Bi­lindiği gibi,
bir sokak kadınının iftirası üzerine Hz. Yahya gibi temiz ve güzide bir
peygamberin başı kesildi ve bu zulme karşı kimseden ses çık­madı. Aynı şekilde
Hz. Îsa gibi bir peygamberin ölüm fermanına imza atıldı, ama yine ses çıkaran
olmadı. Bu zulüm ve vahşete karşı çaresizlik içinde kıvranan ve kendilerini
yerden yere atan kişiler parmaklarla sayıla­cak kadar azdı. Hatta, Pontius
Pelatis’in bu alçak insanlara bayram günün­de ölüm cezasına çarptırılanlardan
birini serbest bırakma yetkisine sahip olduğunu belirterek Hz. Îsa’ (Jesus)’nın
mı yoksa Barabas adlı haydudun mu serbest bırakılmasını istediklerini sorduğu
zaman, hepsi bir ağızdan, Barabas için af dilediler. Bu bir bakıma, Allah’ın
Yahudilere son hücceti ve mühletiydi ve kendileri bunu iyi değerlendiremediler.

Aradan çok geçmeden Romalılar ile Yahudilerin arası bozuldu.
M.S. 64. ilâ 66’da Yahudiler isyan ettiler. Herod Agrippa II ile Romalı Floris,
ikisi de bu isyanı bastıramadılar. Sonra kendilerine takviye birlikleri
gön­derildi ve Romalılar bizzat bu ayaklanmaya son verdiler. M.S. 70’te Titus,
Kudüs’ü fethetti ve büyük bir katliama girişti. Tahminlere göre 133 bin Yahudi
öldürüldü, 67 bini de esir alındı. Bunların dışında binlerce Yahudi işletmelerde
çalıştırılmak üzere Mısır’a yollandı. Yine binlercesi, hipod­rom ve stadyumlarda
binlerce kişinin önünde kılıç sallamak veya vahşi hayvanlarla boğuşmak üzere
Roma İmparatorluğunun çeşitli bölgelerine gönderildiler. Atletik vücutlu, uzun
boylu ve yakışıklı erkekler ile güzel ve genç kızlar fâtih, kumandan ve
subayların hizmetçisi ve cariyesi haline getirildi. Hem Kudüs şehri hem burada
bulunan Süleyman Mâbedi yerle bir edildi. Kısacası, Filistin’den İsrail oğulları
veya Yahudilerin adı sanı öylesine silindi ki, bunlar tam 2000 yıl bu tarafa
gelmeye cesaret edeme­diler. Süleyman Tapınağı ise hiçbir zaman yeniden inşa
edilemedi. Bun­dan sonra, İmparator Bedrian da artık Elia adıyla tanınan Kudüs
şehrini bir daha yağmaladı. Daha sonra asırlarca Yahudiler bu şehre giremediler.

 

013

Büyük Herod’un Saltanatı (M.Ö. 30-2 Yıllan Arası)

013

Mekkabî Devleti

13.10.8. Son
Uyarı

İsrail oğulları yüzyıllardan beri Allah’a itaatsizlik
ediyorlardı. Sürekli ikaz ve tembihlere rağmen hareket ve davranışlarında bir
değişiklik olma­dı. Kendilerini doğru yola getirmek üzere Allah tarafından
gönderilen bir­kaç peygamberi öldürmüşlerdi ve kim onlara doğruluğu anlatırsa
onun düşmanı oluveriyorlardı. Bu sebeple, Allahu Teâlâ hüccetini tamamla­mak,
yani kendilerine son bir mühlet vermek amacıyla Hz. Îsa (a.s.) ve Hz. Yahya
(a.s.) gibi iki mümtaz peygamberi gönderdi. Her iki peygam­ber de, Allah
tarafından insanları Hakka davet etmek üzere vazifelendirildiklerine dair açık
delil ve işaretlerle gelmişlerdi, ki bunları ancak gözleri kör olanlar
göremezlerdi. İsrail oğulları maalesef bu fırsatı da kaçırdılar ve
dalâletlerinde ısrar ettiler. Bu bedbaht İnsanlar bu peygamberlerin da­vetini
reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda ikisini de ölüme mahkûm et­tiler. Hz. Yahya
(a.s.)’nın başı bir dansözün iftirası üzerine uçurulurken, Yahudi din adamı ve
ileri gelenleri, Hz. Îsa’yı Romalılara öldürtmeyi plânladılar. Bundan sonra
Yahudilere fazla zaman ve fırsat vermek yersiz­di. Bu sebeple, Cenâb-ı Allah,
Hz. Îsa’yı ölümden kurtararak kendi yanına aldı ve İsrail oğullarının ebediyete
kadar lânetlenmiş bir millet olarak kal­masını emretti.

13.10.9. İsrail
Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)’ya Yaptığı Kötü Muamele

İncil’in çeşitli ciltlerinde Hz. Yahya (a.s.)’nın şahsiyeti ve
sireti hak­kında yazılmış olanları şöyle özetleyebiliriz:

Luka (Lucas)’nın ifadesine göre, Hz. Yahya (John), Hz. Îsa
(a.s.)’dan 6 ay büyüktü. Hz. Yahya ile Hz. Îsa’nın anneleri akraba idiler. Hz.
Yahya 30 yaşında iken kendisine peygamberlik verildi. Yuhanna’nın rivâyetine
göre, Hz. Yahya, Ürdün’de vaaz ve tebliğe başladı. Kendisi şöyle derdi:

013

Hz. Îsa Zamanında Filistin

“Ben, Allah’ın yolunu takip edin diyen, çölde bağıran bir
kişinin sesi­yim.” (Yuhanna; 1;23)

Mark (Marcus) diyor ki, Hz. Yahya, günahkârların günahını
çıkarırdı, günahlarını çıkarttığı kişilerin hem vücudu, hem ruhunun temizlenmesi
için kendilerini kutsardı. Yahudiyye ile Kudüs’ten birçok kişi kendisine tabi
olmuşlardı. Hz. Yahya bunları kutsardı. (takdis ederdi). (Mark: 1:4-5). Bundan
dolayıdır ki kendisine “John, The Baptisi” (Takdis Eden Yah­ya) lakâbı
verilmiştir. Beni İsrail umumiyetle onun peygamberliğini kabul etmişti (Malla:
21:26). Hz. Îsa (a.s.) ise şöyle derdi: “Kadınlardan doğan­lar arasında Takdis
Eden Yahya’dan daha büyük yoktur.” (Matta 11; ll).

Hz. Yahya, deve tüyünden yapılmış elbise giyer ve deri kemeri
takar­dı. Yiyecekleri çekirge ve orman balıydı. (Matta: 3:4). Mütevazi ve fakir
bir hayat yaşardı ve insanlara şöyle derdi: “Tevbe edin, çünkü Gök’ün
ha­kimiyetinin günü yaklaşmıştır.” (Matta: 3:2). Bu sözler Hz. Îsa’nın
pey­gamberliğine bir işaretti. Herkesin namaz ve oruç vazifelerini yerine
getir­melerini isterdi. (Matta: 9:14, Luka, 23, Luka: 11:1). Telkinlerinden biri
şuydu: “İki gömleği olan, hiçbir gömleği olmayana versin, yiyeceği olan da aynı
şeyi yapsın.” Gümrükçüler, ‘ya üstâd biz ne yapalım?” deyince, şöyle dedi:
“Hakkınız olandan fazlasını istemeyin.” Askerler sordular: ‘Ey nebi, bize ne
dersiniz?’ Dedi ki, “Kimseye zulüm etmeyin, kimseden hak­sız olarak bir şey
almayın ve maaşınızdan tasarruf edin.” (Luka: 3:10-14).

Beni İsrail’in kötü huylu ve kötü niyetli ulemâsı Ferisî ve
Sudukî tak­dis edilmek üzere kendisine geldiklerinde şu cevabı aldılar: “Ey
yılanın evlâtları, gelen gazaptan korkmanızı kim öğütledi? Sanmayın ki, Abra­ham
babanızdı… Şimdi ağaçların köklerinde balta duruyor. İyi meyve ver­meyen ağaç
kesiliyor ve ateşe veriliyor.” (Matta; 3:7-10).

Hz. Yahya’nın vaaz ve tebliğ yaptığı memleketin hakimi, Roma
kültü­rünün esiri olan Yahudi Herod Antipas idi. Bu hâkimin teşvikiyle ülkede
her türlü kötülük ve sapıklık yapılıyordu. Kendisi, kardeşi Philip’in karısı
Herodiyas’ı sarayına almıştı. Hz. Yahya bu ahlâk dışı harekete karşı ses
çıkarınca hapse atıldı. Fakat Herod Antipas, Hz. Yahya’nın temiz kişiliği ve
üstün ahlâkından haberdardı ve kendisine hürmet ederdi, ayrıca halk arasındaki
büyük nüfuzundan da korkardı. Fakat Herodiyas, Hz. Yah­ya’nın çabaları sonucu
halk arasında ahlâkî değerlerin yükseleceğini ve dolayısıyla kendisi ve kendi
gibi diğer “yüksek mevkili insanların” rezil olacağının farkındaydı. Onun için,
canına kastetti. Nihayet, Herod’un doğum günü dolayısıyla düzenlenen festivalde,
kötü emeline ulaşmak için iyi bir fırsat hazırladı. Festival ile ilgili olarak
sarayda yapılan şenlikler sı­rasında kızı dans ederek herkesi ve özellikle
Herod’u mestetti. Herod coş­ku içinde, “haydi kızım, ne istersen sana vereyim”
dedi. Bunun üzerine kız annesine giderek “ne isteyim” dedi. Fahişe annesi de,
“kızım, Yah­ya’nın başını islerim de” dedi. Onun için dansöz kız isteğini
Herod’a açık­ladı ve “Bana Takdis Eden Yahya’nın başının bir tepside
getirilmesini emir verin” dedi. Herod bunu duyunca hayli üzüldü, fakat bir kerre
söz vermişti, ayrıca sevgilisinin kızının isteğini de geri çeviremezdi.
Binaena­leyh, derhal zindandan Hz. Yahya’nın kesik başını getirtti ve bir
tepside dansöz kıza sundu. (Bk: Matta: 14:3-12, Mark: 6:1-29, Luka: 3:19-20).

13.10.10. Hz.
Îsa’ya Yapılan Kötü Muamele

“(Ey Rasûlüm) Kitap’ta Meryem’i zikret. Hani o, ailesinden
ayrılıp şark tarafındaki bir yere çekilmişti. Sonra onların önünde bir perde
çek­mişti.” (Meryem; 16-17)

Âl-i İmrân suresinde, Hz. Îsa’nın annesi Hz. Meryem’in Kudüs’te
bir köşede ibadete çekildiği ve Hz. Yahya’nın O’nu kendi himayesine aldığı beyan
edilmiştir. Yukarıdaki sûrede ise, Hz. Meryem’in ibadete çekildiği ve İ’tikâf
ettiği yerin Kudüs’ün doğu kesiminde olduğu açıklanmıştır. Hz. Meryem âdet
olduğu üzere İ’tikâf ederken perde çekmişti, ki halkın gö­zünden ırak olabilsin.
Bazı müfessirler bu ifadeyi İncil’in ifadesiyle denk­leştirmek maksadıyla
Kudüs’ün doğusundaki yer olarak Nasıra’yı göster­mişlerdir. Bu tahmin yanlıştır,
zira Nasıra, Kudüs’ün doğusunda değil ku­zeyinde bulunuyor.

“…O’na ruhumuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir
in­san şeklinde göründü. Meryem O’na, ‘Ben senden, çok esirgeyici (Al­lah’a)
sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyorsan (bana dokunma)’ dedi. Melek: ‘Sana temiz
bir erkek evlât vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim,’ dedi. Meryem,
‘Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır. Ve ben
iffetsiz de değilim,’ dedi. Melek, ‘söylediğin gi­bisin. Fakat Rabbin, bu bana
göre kolaydır. Zira, onu tarafımızdan bir ayet ve rahmet kılacağız. Bu,
hükmolunmuş bir emirdir, buyuruyor,’ de­di.” (Meryem; 17-21)

Bu ayetlerde Hz. Meryem’in şaşkınlığına dikkat edilmelidir.
Kendi­sine hiçbir erkeğin eli değmemişti. Ama Allah’ın kudretiyle, Hz. Mer­yem,
hiçbir erkekle temas kurmadan Hz. Îsa’ya hamile kaldı ve Hz. Îsa babasız doğdu.
Hz. Cebrail işte bu ilâhi kudrete işaret ediyor ve Allah için hiçbir şeyin güç
olmadığını vurguluyor. Aynı şekilde Hz. Yahya’nın da hayret ettiği ve kendisine
de aynı cevabın verildiğine dikkat edilmeli­dir. Nitekim, bundan sonraki
ayetlerde Hz. Meryem’in hamilelik ve doğu­munun diğer safhaları belirtilirken bu
nokta daha da açıklık kazanmış oluyor.

“Meryem, Îsa’ya hamile kaldı. Ve O’nunla uzak bir yere çekildi.
Do­ğum sancısı O’na kuru bir hurma ağacının yanında geldi. ‘Keşke bundan önce
öleydim de şimdiye kadar unutulmuş olaydım’ dedi. Altında biri nidâ ederek,
‘mahzun olma, Rabbin senin alt yanında bir dere akıttı. Hur­ma ağacının dalını
kendine doğru silkele. Üzerine lezzetli taze hurma dö­külecektir. Arlık ye, iç,
gözün aydın olsun. İnsanlardan birini gördüğün zaman ‘Ben Allah’a oruç adadım.
Onun için bugün kimseye söz söylemeyeceğim’ de.’ Meryem kucağında Îsa olduğu
halde kavmine geldi. Onlar, ‘ey Meryem, sen acayip bir şey yapmışsın. Ey,
Harun’un kız kardeşi, senin baban fena adam değildi. Anan da iffetsiz değildi,’
dediler.” (Meryem; 22-28)

Bu eserimizin diğer bölümlerinde işaret ettiğimiz gibi,
yukarıdaki ayetlerde sözü edilen “uzak bir yer”, Beyt-i lahm’dır. Hz. Meryem,
Harun ailesinin namuslu bir kızıydı, günlerini ibadetle geçirirdi. Şimdi birden
bi­re Allah’ın inayetiyle bir çocuk doğuracaktı; bu bakımdan, bu babasız ço­cuğu
doğurmak için Beyt-i lahm’a gitmeyi daha uygun buldu. Eğer Hz. Îsa normal bir
şekilde doğmuş olsaydı, evini barkını terk etmesine gerek yoktu. Ayrıca çocuğu
doğurduğu yerde de bazı tedbirler aldığı görülmek­tedir. Hz. Meryem’in telaşı ve
korkusu Allah tarafından giderildi ve ço­cukla ilgili kendisine yapılacak her
suçlamaya cevabın bizzat Allah tara­fından geleceği açık bir ifade ile
belirtildi. Çocuk eğer normal şekilde doğmuş olsaydı, Hz. Meryem’in oruç tutması
ve kimse ile konuşmaması da salık verilmezdi. Son ayetlerde geçen “Harun”
kelimesi de dikkat çeki­cidir. Bunun iki anlamı olabilir. Ya Hz. Meryem’in Harun
adında bir kar­deşi olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Arapça gramerine göre bu
deyimin, “Harun ailesinin kızı” anlamına geldiğini de belirtebiliriz. Hem olayın
şekli, hem müslim, Nesai ve Tirmizî gibi hadis kitaplarında kullanılan
ifa­deler, ikinci ihtimâlin daha kuvvetli olduğunu gösteriyor. Nitekim Hz.

Muğire (r.a.) tarafından nakledilen hadise göre Necranlı
Hıristiyanlar, Kur’ân-ı Kerîm’de, Harun’un Hz. Meryem’in kardeşi olduğu
ifadesine iti­raz ettiler, Hıristiyanlar, Hz. Harun’un Meryem’den yüzlerce sene
evvel ya­şamış olduğunu söyleyince Hz. Muğire kendilerine herhangi bir cevap
vermedi. Hz. Muğire bu olayı Rasûlullah (a.s.)’a anlatınca, Hz. Peygam­ber
(a.s.) de dedi ki, “sen neden İsrail oğullarının, kendi isimlerini geçmiş­teki
büyük peygamber ve sâlih kişilerin adlarına göre koyduklarını söyle­medin?”
dedi. Demek ki, Hz. Meryem’in peygamber olan Hz. Harun ile herhangi bir ilgisi
yoktu. Ayrıca Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesinden de Hz. Meryem’in, Harun’un kız
kardeşi değil, Harûn ailesinin bir ferdi olduğu anlamı çıkıyor.

Meryem sûresinde daha sonra şu satırlara rastlıyoruz

“Bunun üzerine Meryem O’na (Îsa’ya) işaret etti. Kavmi: ‘Biz
beşikte­ki çocukla nasıl konuşuruz?’ dedi. Çocuk (Îsa):, ‘Ben, Allah’ın kuluyum.
O bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Beni her nerede olursam mübarek
kıldı. Hayatta olduğum müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme
hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba bir bedbaht yapmadı. Doğ­duğum gün de, öleceğim
gün de ve diri olarak ba’s olunacağım gün de Allah’ın selâmeti benim üzerimedir’
dedi. İşte hakkında ihtilâf eyledikleri Meryem oğlu Îsa’ya dair Allah’ın sözü
budur.” (Meryem; 29-43)

Görüldüğü gibi, Hz. Îsa (a.s.) doğduğundan beri İsrail oğulları
için Allah’ın açık bir işareti ve ikazıydı. Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarını
ceza­landırmadan ve kendilerine azabını indirmeden onlara son bir mühlet
ver­mişti. Parlak bir delil ve faziletli bir insan olarak kendilerine indirilen
Hz. Îsa’yı örnek almalı ve kötü yoldan dönmeliydiler. Yoksa sonları çok kötü
olacaktı. Bunu, Allahu Teâlâ, Hz. Îsa’nın yaşantısının her safhasında
ken­dilerine anlatıyordu. Hz. Îsa’yı doğurmak için, Harun ailesinin namuslu bir
kızı seçildi. Bu kız Kudüs’te Hz. Yahya’nın dini terbiyesinden geçerek bakire
iken Allah’ın emriyle hamile kılındı. Bu kız yeni doğan çocuğunu alarak halkına
geri dönünce herkesin sözlü saldırısına uğradı. Herkes ken­disini sorguya
çekerken bir Mu’cize daha oldu ve Hz. Îsa beşiğinden ko­nuşmaya başladı. Bu
olayı gören ve duyan herkes bilmeliydi ki aynı ço­cuk büyüyüp peygamberlik
vazifesini yerine getirmeye başlayınca, kendi­sine itaat etmekten başka bir çare
yoktu. Fakat buna rağmen cehaletinde ve dalâletinde ısrar edecek ve hatta bu
peygamberi çarmıha germeye kalkışacaklarsa, kendilerine eşi görülmez bir azap ve
felâket gelecekti,[22]
ve geldi de.

13.11. ESHÂB-ÜR RASS

Eshâb-ür Rass’dan, önce Furkan suresinde, (âyet: 38) daha sonra
Kâf suresinde (âyet; 12) bahsedilmiştir. Her iki yerde de bunların,
peygamber­leri tekzip eden ve yalanlayan milletlerden biri olduğu buyurulmuş,
diğer herhangi bir ayrıntı verilmemiş veya bir kıssa anlatılmamıştır.[23]

Arap
tarihlerinde ve coğrafya kitaplarında Er-Rass isminde iki yer bu­lunduğu
belirtilmiştir. Bunlardan biri Necd’de, diğeri kuzey Hicaz’dadır. Necd’in
Er-Rass’ı daha meşhur olup, cahiliyye devrinde yazılmış olan şiir­lerde bu isme
arada sırada rastlanıyor. Ne var ki, Kur’ân-ı Kerîm’de zikri geçen milletin bu
Rass’lardan hangisine ait olduğunu kestirmek mümkün değildir. Rass ahalisi
hakkında güvenilir herhangi bir kaynakta ayrıntılı bilgi de yoktur. Bu milletin
yalnızca kendi peygamberini kuyuya attığı ke­sinlikle söylenebilir. Kur’ân-ı
Kerîm’de yapılan kısa işaretten anlaşılıyor ki, Allah’ın kitabının indiği sırada
A’raplar herhalde Eshâb-ı Rass’ın hikâyelerini biliyorlardı, ama bu hikâye ve
rivayetler daha sonra herhangi bir kitap veya tarihi eserde muhafaza edilemedi.



 




[1]
Burada, uzun
müddet kavmini ıslâh etmeye çalıştıktan sonra önemli herhangi bir basan elde
edemeyen, aksine çalışmaları sürekli kösteklenen, yoluna yeni yeni engeller
çıkarılan, hayatı çekilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve
işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan ve hiçbir ümit ışığı
görülmeyen Hz. Nuh’un, nihayet Allah’a yalvarıp kavmi için yaptığı beddua
kastedilmiştir. Hz. Nuh’un sözleri şunlardı: “Ben mağlûbum yardım et diye
Rabbi’ne yalvardı.” (Kamer, 10). “Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek
kişi bırakma.” (Nûh; 26).



[2]
Hz. Nûh
(as.) ile cahil ve inatçı kavmi arasında asırlarca devam eden amansız
tartışma, çekişme ve mücadelede de ne yazık ki Allah’ın peygamberi yenik
düşmüştü. Kur’ân-ı Kerim bu mücadelenin çeşitli safhalarını ayrıntılı
şekilde bize aktarmıştır. Ankebût suresine göre bu mücade­le tam 950 yıl
sürdü. (Âyet; 14). Hz. Nûh bu müddet içinde çeşitli nesillerin vaziyetini
yakından görmüş oldu. Hiçbirinde ıslâh kabiliyeti ve Allah’a yönelme arzusu
yoktu. Aralarından iyi ve iman­lı birinin çıkma ümidi kalmamıştı. Artık Hz.
Nuh şu neticeye varmıştı. “Eğer onları bırakırsam, kullanın saptırırlar. Ve
ancak facia ile kâfir doğururlar.” (Nûh; 27). Cenab-ı Allah da Hz. Nuh’un bu
görüşüne katıldı ve kendi sonsuz bilgisine dayanarak şunları söyledi: “Nuh’a
‘kavmin­den iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Onların yaptığı
şeylerden dolayı tasalan­ma’ diye vah yolundu.” (Huda: 36).



[3]
“Ahkâf”,
Hıkf ın çoğuludur. Bunun anlamı, yükseklikte dağ kadar olmayan kum
tepele­ridir. Fakat, coğrafyaya göre, bu, Arap çölünün güneyindeki ıssız
bölgenin adıdır.



[4]
Tafsilat
için bak.

a) Arabia and The Isles, Harold Ingrams, Londra, 1946.

b) The Unveiling of Arabia, R. H. Kirman, Londra, 1937.

c) The Empty Quarter, Philby, Londra, 1933



[5]
Azib’in
çarşamba günü geldiğine dair rivâyetler vardır. Bu sebeplen dolayıdır ki,
müslü­manların bazı gruplarında çarşamba günü uğursuz bir gün olarak kabul
ediliyor ve o gün hiçbir şe­ye başlanmamasına dikkat ediliyor. Bu hususta,
kaynaklan zayıf olan bazı hadisler de halk arasın­da meşhurdur. Meselâ, İbn
Merdûye ile Hatip Bağdâdî’nin eserlerinde şu hadise rastlanıyor: “Ayın son
çarşambası, uğursuzluğu devam eden, uğursuz bir gündür.” İbn Cevzi bu hadise
“Mevzu” demiştir. İbn Recep bu hadisin doğru olmadığını söylemiştir. Hâfız
Sehâvi’ye göre, bu hadisin bütün kaynakları zayıftır. Aynı şekilde, çarşamba
uğursuzlar günüdür.” Bazı diğer hadis­lerde, çarşamba günü seyahata
çıkılmaması, alışveriş yapılmaması, tırnakların kesilmemesi, hasta ziyaret
edilmemesi gibi öğütler bulunuyor. Ayrıca cüzzam ve sedef gibi hastalıkların
çarşamba gü­nü başladığı inancı da vardır. Fakat bu hadis ve rivâyetler
zayıf olup, bunlara iman edilmemesi en uygun yoldur. Nitekim meşhur âlim ve
araştırmacı, muhakkik Menâvi şunları yazmaktadır: “Çar­şamba gününü kötü ve
uğursuz olarak kabul etmek ve falcılar gibi inançlar taşımak, haram, çok
haramdır. Çünkü, bütün günler Allah’ın günleridir. Belli bir gün ne faydalı
ne de zarar­lıdır.” Allâme Alûsî de şunları kaydetmiştir: “Bütün günler
birdir. Çarşamba diye ayırım yap­mak doğru değildir. Gece ve gündüz arasında
tek bir ân bile kimse için uğursuz ve zararlı olamaz. Cenab-ı Allah her gün
ve her zaman kulları için müsait ve müsait olmayan şartlar yaratmaktadır.”



[6]
Hicaz’ın
kuzeyinde, Rabığ’dan Ukba’ya ve Medine ile Hayber’den Tayma ve Tebûk’a
ka­dar uzanan bütün bölge bugün de Semûd harabeleriyle doludur. Bundan 1350
yıl önce, Kur’ân’ın inişi sırasında buranın harabeleri herhalde daha
belirgin ve iyi durumda idiler.



[7]
Tebûk savaşı
sırasında, müslümanlar buralardan geçerken bazıları bu harabeler arasında
geziyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) bunları toplayarak bir konuşma yaptı. Bu
konuşmada Hz. Peygamber (a.s.), Semûd kavminin korkunç sonu hakkında
müslümanlara bilgi verdi, belgeye Allah’ın azabının indiğini hatırlattı ve
buranın gezilecek bir yer olmayıp ibret yeri olduğunu söyledi ve
müslümanların buradan çabuk geçmelerini öğütledi.



[8]
Bir milletin
umumi isteği ve rızasıyla yapılan bir günâh, her ne kadar ferdî veya kişisel
gözükse de, milli bir günahtır ve ceza’da bütün millete verilir. Sadece bu
değil. Kur’ân-ı Kerîm’e güre, bir milletin içinde bir günah alenen yapılıyor
ve kimseden çıt çıkışıyorsa, bu da milli bir günâhtır.



[9]
Hz. İbrahim
(a.s.)’in ateşe atılmasıyla ilgili kayıtları görmek için Kur’ân-ı Kerîm’in
şu sûre ve âyetlerine bakılmalıdır: (Enbiyâ; 68-70, Ankebut; 24 ve Sâffât;
97-98).



[10]
Bu da
Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolunan mucizelerden biridir. Bu mucizelere inanmayan
söz­de aydın kişilere bir tavsiyemiz var. Kendilerini İslâmiyet’i kabul
etmek için zorlamasınlar. İslâm’ı ya olduğu gibi kabul etsinler ya da İslâm
camiasından çıksınlar. Bu hususta gereksiz te’vil ve baha­neler ileri
sürmesinler. Mucizelerin hikmeti ve önemini daha önceki bölümlerde
açıkladık. Bunlara râğmen bazıları, bunları imanın bir parçası olarak kabul
etmiyorlarsa, lütfen İslâm’ı değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışmasınlar.
Kimsenin Kur’ân-ı Kerîm’i de değiştirmeye hakkı yoktur.



[11]
Cenab-ı
Allah, sadece İbrahim ve evlâtlarım kurtarmadı, onlara peygamberler arasında
üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara sûresinde şöyle dedi: “Ben
seni İnsanlar üzeri­ne İmam (rehber) yapacağım” (Âyet; 124). Gerçeklen de
bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve Hıristiyanlar da Hz. İbrahim’e
büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.



[12]
Bu hususta
Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyeti şöyledir: Münafıklara ve kâfirlere Nûh, Âd,
Semûd ve İbrahim kavimlerinin, Medyen ve Mü’tefike’ler ahalisinin haberleri
gelmedi mi?” (Tevbe; 70).



[13]
Yahudilerin
tahrif ettikleri İncil’de, Hz. Lût (a.s.)’ın şahsiyeti ve karakterine
sürülen leke­ler arasında kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) ile kavga edip
Sodom’a gitmesi de yer almıştır. (Doğum, Bölüm: XIII, âyet: 1-12). Fakat
Kur’ân-ı Kerîm bu yanlış ifadeyi yalanlıyor. Kur’ân’ın ifadesine gö­re, Hz.
Lût, Cenab-ı Allah tarafından peygamber yapılarak söz konusu bölgeye
gönderilmişti ve görevi oranın sapık halkına hidâyet yolunu göstermekti.



[14]
Kur’ân-ı
Kerim (Neml suresinden anlaşılıyor ki, Hüdhüd, Hz. Süleyman’a, Sebe’
halkının durumunu anlattığı sırada bu millet güneşe tapıyordu. Arap gelenek
ve törelerinden de Sebe’nin ilk dininin güneşe tapmak olduğu ortaya çıkıyor.
Nitekim İbn İshâk bazı ulemaya dayanarak, Sebe halkının, adı Abd Şems
(Güneş’in kulu veya Güneşe tapan) ve lakâbı Saba olan bir kişinin soyun­dan
geldiğini beyan etmiştir. İsrail oğullarının rivayetleri de bunu
doğrulamaktadır. Bunlara göre, Hüdhüd, Hz. Süleyman (a.s.)’ın mektubunu
götürdüğü zaman, Sabâ melikesi güneşe tapmaya ha­zırlanıyordu. Hüdhüd bunun
üzerine mektubu Melike’nin önüne alıverdi.



[15]
Tarih
kitaplarından, çok eski çağlardan beri, Sebe kavminin bütün sapıklığına
rağmen bir bölümünün, diğer tanrıları reddedip tek bir Tanrı’yı tanıdıkları
anlaşılıyor. Yemen’den çıkarılan ki­tabelere göre de böyle bir grubun
varolduğu belli oluyor. M.Ö. 650 dolaylarında hazırlanmış olan ve yeni
keşfedilen kitabelerde Sabâ’lıların, Gök tanrısına adanmış bazı tapınaklar
bulundurdukları kayıtlıdır. Tek tanrıya inanan kişiler çok uzun süre
varlıklarını sürdürebildiler. Nitekim, MS. 378 yılına ait olduğu tesbit
olunan bir kitabede de Gök tanrısının adına rastlanıyor. Hatta M.S. 645’le
yazılmış olan bir kitabede yeryüzü ve göklerin hakimi olan Allah’tan yardım
istenmiştir. M.S. 458’e ait olan bir başka kitabede ise bu tanrının adı
“Rahman” olarak geçmiştir.



[16]
Saba
(Sebe’) halkı öylesine büyük bir felâkete uğradı ve dağıldı ki bu dağılma
bir simge halini aldı. Nitekim bugün dahi Araplar bir millet veya zümrenin
mahvoluşunu Sabâlılarınkine benzeterek anlatırlar. Sabahlara verilen
nimetler bir bir Allah tarafından geri alınmaya başlayınca, bu kavim çeşitli
gruplara ayrılarak Arabistan’ın çeşitli bölgelerine dağılmaya başladılar.
Gassanlılar Ürdün ve Şam’a yerleştiler, Evs ve Hazrec Medine’nin yolunu
tuttular. Hüzâ’a, Cidde’ye gitti, Ezd kabilesi de Umman’a yerleşti. Diğer
kabileler de dağıldı. Kısacası Saba kavmi tamamıyla tarihe karıştı.



[17]
Tarihçi
Yakût, “Mu’cem ul Buldan” isimli eserinde diyorki Eyke, Tebûk’un kadîm
is­midir. Tebûk’lular da kendi şehirlerinin isminin bir zamanlarda Eyke
olduğuna inanıyorlar.



[18]
Kur’ân-ı
Kerîm’de Hz. Yunus isminden başka O’ndan “Zünnun” veya “balık sahibi” olarak
da söz edilir. Kendisine balık sahibi denilmiştir. Bu demek değil ki kendisi
balık avlar ve satardı. Aksine, bir defasında Allah’ın izniyle bir balık
tarafından yutulduğu için kendisine bu lakap verilmiştir. (Bk: Sâffât; 42)



[19]
Bk: Yunus
suresi, âyet; 98, Enbiya suresi; âyetler: 87-88 ve Sâffât; âyetler: 139-148
ve Kalem; âyetler: 48-50.



[20]
Bu konuya
“Tefhim-ul Kur’ân”, Cilt: IVde Sâffât sûresinin tefsirinde ayrıntılı bir
şekil­de değinilmiştir.



[21]
Bu yakınma,
Hz. Davûd’un ağzından yapılmıştır. “Onlar, Allah’ın emrettiği gibi bu
mil­letleri temizlemediler, aksine onlarla bir olup onların işini yapmaya
başladılar. Onların putlarına tapmaya taşladılar, ki bunlar kendileri için
ayak bağı oluverdi. Onlar kendi erkek çocuklarını şey­tanlar için kurban
etmeye başladılar. Masum İnsanlar, yani kendi erkek çocuk ve kızlarının
kanını akıttılar. Bunun için Allah’ın kahrı üzerlerine geldi. Allah kendi
mirasından nefret etmeye başladı. Onları başka kavimlere esir düşürdü ve
onlara düşman olanlar onlara hâkim oldular.” (Zebûr: Bö­lüm 106: âyetler:
34-41).



[22]
Ayrıntılı
bilgiler için Bk: Tefhîm-ül Kur’ân, c. I, Âl-i İmrân sûresinin tefsiri, Nisâ
sûresinin tefsiri, C. III, Enbiya sûresi ve Mü’minûn sûresinin tefsirleri.



[23]
Eshâb-ur
Rass hakkında şimdiye kadar güvenilir ve inanılır araştırmalar
yapılamamıştır. Bazı müfessirler bu hususta bazı rivâyetler anlatıyorlarsa
da bunlar tatmin edici değildir. Bu kav­min sadece kendi peygamberlerini
kuyuya atarak öldürdüğü kesin olarak ifade edilebilir. Rass, Arapçada kuyuya
veya kapalı kuyuya denilir. Bu münasebetle kendilerine “kuyu sahipleri’
denil­miştir. (Tefhîm-ul Kur’ân, Furkan Ssûresi, c: III).

İlgili Makaleler